26 Ağustos 2010 Perşembe

KARMA KARIŞIK 1

Hani hayatınızda bazıları vardır; sanki size sürekli bir sorun yaratmak için var olmuşlardır. Kilit üstüne kilit koyar özgürlüğünüzün üstüne.
Hani bazı olaylar vardır, yaşamınız boyunca peşinizi bırakmaz. Nereye gitseniz karşınıza çıkar, her örtünün altında baş gösterir.
Dersiniz ki:
"Niye bu olaylar ve bu insanlar peşimi bırakmıyor ?"
İşte bunlar, sizin dünya yaşamınızda olmanızın sebeplerinin belirleyicileri ve değiştirmeniz gereken duygularınızın işaretçileri.
Evrensel yasaların en hayati olanından, "Karma" 'dan bahsediyorum.
İlk farkına vardığımda  büyük bir hayalkırıklığı yaşatan bir çıkarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.


Hepimiz, oluşmuş kozmik kirlenmenin temizleyicisi olarak çalışmak için dünyaya geldik.


"Yani ben aslında bir temizlikçi miyim. Dünyada olma sebebim sadece temizlik mi?"
Bu kadar yücelttiğimiz yaşamımızın amacının bir temizlik süreci olduğu fikri, çok alçaltıcı ve haksızlık olarak gelebilir. Gerçekten yaşamı bu kadar hafife indirgememeliyiz. Burada olmamızın  esas nedeni "Deneyimlemek". Ruhumuzun üstüne bir karabasan gibi üşüşmüş negatif yüklerden arınmak için, bu yüklerin oluşma sebeplerini işleyip ortadan kalkması için deneyimler yaratıyoruz. Yaptığımız her eylemde asıl amaç, bu eylemin bize getirdiği deneyimi işleyip, bu hediyeyi üst benliğimize enerji olarak aktarmak.
Hepimiz buraya gelmeden, hep bahsettiğim ünlü "kontratlarımızı" ve kontrat yardımcılarımızı belirledik. Temizlememiz gereken karmik yüklerimize uygun senaryolar oluşturup, uygun zaman dilimine doğduk. Doğar doğmaz da bu görevimizi layıkıyla yerine getirebilmek için aslında kim ve ne olduğumuzu unuttuk.
"Unutmalı mıydık?"
Bu soru gerçekten yüzlerce kez aklımdan geçti. Düşünün sınırsız güçleri ve yapabilitesi olan bir varlığı, bunu unutturmadan bedene sıkıştırıp, yetilerini elinden alıp zorlu bir süreç geçirmeye zorlayabilir misiniz?
O yüzden unutturulmalıydı.
Dünyasal amnezi içinde karmik yükümüzün gereğini yerine getirmek için uğraşmaya başladık. O anlaşma yaptığımız yardımcılarımız bize her türlü zorlu deneyimi yaşatırken, ne onlar bu görevin farkında, ne de bizler onlara bu görevi gönüllü olarak verdiğimizin farkındayız.
Bir bakın yaşamınıza. Hangi olaylar ve insanlar sizi en çok zorluyor?
Onlarla karşılaştığınızda  hangi duygular sizi esir ediyor ve çıkmaza sokuyor?
Bunların bir listesini çıkarın. Tek tek inceleyin bakın aslında çok da uzun bir liste çıkmayacak karşınıza. Genelde de, sizin görmeniz için gözünüze gözünüze sokulan ve sizin genelde görmemeyi seçtiğiniz konular anca birkaç başlıkta toplanacak.
İşte bu sizin "Karmik Listeniz"
Aslında yaşamınıza, bir drama havasından ve ben hayatın kurbanıyım psikolojisinden çıkıp düz mantıkla baktığınızda, genelde ortada onlarca kez yaşanmış aynı enerji paternlerini içeren anılar kalır.
Bu olayların onlarca kez tekrarlanmasının sebebi, bizim farkındalığa geçip almamız gerekeni anlamamamız. Yani hayatlarımızın bir felaketler tragedyası olmasının sebebi biziz. İlk seferinde siz bunun farkına varsaydınız, aynı acılı deneyimler yerine tek seferde bu yükten kurtulacaktınız. Sonrada tek hayata onlarca  temizlik sığdırıp yaşamın keyfini çıkaracaktınız.
Böyle gelmiş böyle gider mantığını bir kenara bırakıp, yaşamınızı dilim dilim incelemenin tam zamanı.
Size bir ödev veriyorum.
Hayatınızda sizi zorlayan ve tekrar tekrar hayatınıza giren olayları bir liste haline getirin.
Yaşamınızda sizin için farklı ve zorlayıcı deneyimler yaşatan insanların listesini çıkarın.
Karmik temizlemenin nasıl yapıldığına dair daha ayrıntılı bilgilere bir seri yazı şeklinde devam edeceğim.
Haydi! yaşamınızı daha verimli kılmak için görev başına.


Sevgiyle kalın


Erkan Sarıyıldız

18 Ağustos 2010 Çarşamba

UYURGEZERLER




İnsan, beden deneyimi yaşayan ruhsal bir varlıktır.
Yüzyıllardır bize sınırlı bir yapı olduğumuz, spiritüel deneyim yaşayan bedensel varlıklar olduğumuz öğretildiği için bu bakış açısı hepinize garip geliyor olabilir. Gerçekten herhalde kendimizi tanımaktaki ilk basamak bu bilgiyi anlamaktan geçiyor.
Yavaş yavaş  bu devrimci bakış açısını gözden geçirelim.
Ben yani "İnsanoğlu" çok katmanlı bir yapı. Bir çok boyutsallığı deneyimliyoruz aynı anda. Bir tarafımız dualitenin hakim olduğu dünyasal deneyimi deneyimlemeye çalışırken, bir yanımız herşeyin  üstünde, zamanın, dualitenin olmadığı bir alanda sonsuz yaratıcı potansiyel taşıyan tanrısal bütünü deneyimliyor. Bu iki yanımız aslında bir bütün olmasına rağmen insan deneyimini layıkıyla yaşabilmek için plan gereği arada bir perde mevcut. Biz doğduğumuzda tam bir bütünlük içinde deneyime başlarken yavaş yavaş gerçek yapımızı unutup, daha doğrusu unutturulup toplumsal bir varlık haline dönüyoruz. Maddesel dünyanın çekiciliğine kapılıp sadece beden olduğumuz illüzyonuna kapılıyoruz. Hayat gailesi denilen kaotik süreçlerden geçip milyonlarca konuyu deneyimliyoruz. Kendimize yapay bağlılıklar, bağlantılar oluşturup, özümüzün potansiyellerinden bihaber şekilde süreci tamamlıyoruz.
Son model donanımlı, yüzlerce fonksiyonu olan bir arabada 10 km hızla gitmekten farkı yok bu gidişin.
Kendimizin ne olduğunu bilmeden yaşıyoruz.
Maddesel hapishanelerde kendimizi kaybediyoruz.
Özümüzden uzaklaşıyoruz.
Gerçeği bilmeyi reddederek, gerçeğin ne olduğunu unutarak, gerçeği yoksayarak yaşamayı seçiyoruz.
"Ben bütün bunları reddediyorum. Dünyadan başka bir hayat yok. Bugün varız yarın yokolacağız." diye düşünüyor olabiliriz. Veya bize dikte ettirilen dogmaların insanı güçsüzleştirici, kendi potansiyelinin farkına varmaması için uğraşan bilgilerini kabul ediyor olabiliriz.
Evrensel en temel yasayı unutmayalım
İnsan özgür irade sahibidir. Seçimlerini kendi belirler.
Siz istemeden hiç bir bilgiyi kabullenme, inanma zorunluluğunuz yok.
Bir tek noktayı unutmayalım ki Dünya yeni bir enerjisel düzleme geçiş aşamasında. Bu aşamaların zor dönemleri sadece kendi potansiyelini bilen insanlar tarafından kolayca geçilebilecek. Ötesi karanlık.
Artık zamanı gelmedi mi?
Şu bilgiye ulaşınca şok olmuştum. Uyku sırasında insan üstbenliğinin ruhsal kapasitesinin %2' siyle yaşamını sürdürürken günlük hayatında yüzde kaçıyla yaşıyor?
Tahminlerinizi gözden geçirin.
%70-cevap hayır
%50-cevap yine hayır.
%100-kesinlikle hayır.
%10--Doğru cevap.
Normal bir insan ne yazık ki gerçek potansiyelinin %10'uyla tüm yaşamını sürdürüyor, gerekenleri yapıyor, işine gidiyor vs.vs.
%10 oldukça iyimser bir sayı, daha azıyla yaşayan milyonlarcasını da unutmayalım.
Uyanık gezdiğini zanneden insanoğlu aslında tam bir UYURGEZER olarak yaşamı idame ediyor.
Sistem çünkü sizin daha yüksek potansiyele ulaşmanızı istemiyor, çünkü gerçek gücünüzün farkına varmanızı istemiyor, çünkü sizin SİZ olmanızı istemiyor.
Saatlerin alarmları uyanma zamanının geldiğini hatırlatıyor.%100 ümüzü tekrar deneyimlemenin zamanını.
Başkalarının istediği kadar değil, kendi potansiyelimizin yettiği kadar yaşamanın tam sırası.
Üstbenliğimizin, boyutlar ötesi parçamızın rehberlğinden yararlanmanın, gerçeklere ulaşmanın, perdeleri kaldırmanın tam zamanı.
Tüm evren harekete başlama kararınızın arkasından size destek için bekliyor.
Herşeyin ateşleyicisi sizin KARARINIZ.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız




10 Ağustos 2010 Salı

OTANTİK İLİŞKİ


Toplumsal yapıda ne kadar büyük değişimler olduğunu gözlemliyorsunuzdur. Aynı yastıkta kocama dönemleri geçti. Boşanma oranları o kadar yükseldi ki. İnsanlar evlilik kurumundan korkar hale geldi. Etrafında bir çok başarısız evlilik süreci geçiren insanları gören kişilerde evlilik fobisi gelişmiş halde. Bazıları da "Aklımda kalacağına, ardımda kalsın" söylemiyle evlilik daha olgunlaşamadan kolay yolu seçip, bir kalemde ilişkiyi sonlandırmakta.
İnsan sosyal bir varlıktır.
Bu söylem doğru fakat sosyal olmanın gereklerini birçoğumuz yerine getiremiyoruz.
İkili ilişkiler kişinin kendini en iyi tanıyabildiği alanlardır. Her ilişkide kendinizin iç dünyasının yansımalarını ilişki dinamikleri olarak gözleyebilirsiniz.
İkili ilişkilerde bir çok handikaplı nokta var. Hepimiz kendi kafamızda kurduğumuz ilişki şablonları içinde o kadar kendimizi kandırıyoruz ki. Kendimizi inandırdığımız yalanlar, hem de onlarcası.
"Ben seni çok iyi tanıyorum"
Kimse kimseyi çok iyi tanıyamaz. Sadece tanıdığını zanneder. Karşımızda binlerce özelliği barındıran mükemmel bir varlık olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Gerçekten tanıyabilmenizi engelleyenin kendi  kişisel filtrelerimiz olduğunu unutuyoruz. Kişinin kendi filtrelerimize ve yargılarımıza takıldıktan sonraki halini o kişi zannederek kendimizi kandırıyoruz.
"Benim eşim şu özellikleri içermeli."
Siz karşınızdakini kendinize eş olarak seçtiğinizde kendisi gibi olduğu için mi, yoksa o kişinin sizin "olması gerekli" şablonlarınıza uyması için mi seçtiniz?
Hepimiz kendimize eş olarak seçeceğimiz insanda bulunması gereken özellikler diye uzun bir liste sunarız evrene.
"Bana saygı gösterecek"
"Saçı ... renk olacak"
"Mesleği ... olacak. Kariyeri olacak."
"Özel günlerimde bana hediye alacak."
" ..... tipte kıyafetler giyecek."
Daha yüzlerce istek.
Farkında mısınız bu istekler ne kadar bencilce. Hepimiz ilişkiye girdiğimiz insanın bize uygun olan ve bizi daha iyi hisettirecek özelliklerini öne sürüyoruz.
Esas olan, kişiyi olduğu gibi deneyimlemek ve kendisi gibi olmasına izin vermek değil mi?
Bu konuda çok sevdiğim bir benzetmeyi paylaşmak istiyorum (Don Miguel Ruiz, The Mastery Of Love).
Evcil hayvanı olanlarımız vardır. Aslında köpek beslemek isterken, evinize aldığınız kediyi bir köpeğe çevirmeye çalışırmısınız. Böyle bir şey mümkün mü? Kedi yerine köpek almaktan başka bir çözüm olabilir mi?
Hiç evinizdeki kedinin aslında bir köpek olduğuna inandırabilir misiniz kendinizi? Tüm bunların size çok anlamsız geldiğine ve kedi-köpek benzetmesinin ilişkilerle ilgili bir konuda nasıl yer aldığına şaşırdığınıza eminim. Madem öyle, niye beraber olduğunuz insanları oldukları gibi kabul etmeyip de kendi istediğiniz gibi olmaları için uğraşırız ? Bu konunun birçok evlilikte temel sorun olduğuna inanabilirsiniz
 İlişkinin ilk dönemlerinde yüzlerce idealize vaatler sunulması alışkanlığı var. Herkes kendini diğerinin gözünde en iyi, en ideal göstermek için kendimizi en şaşaalı yönlerimizle anlatmayı severiz. Ardından evlilik süreci başladığında gerçek hallerimize soyunduğumuzda sorunlar başgösterir. İlişki bir güç savaşı haline döner. Herkes karşısındakini kafasındaki ideallere dönüştürmeye çalışır. Eğer şanslıysanız bu zor şartlara rağmen evlilik sürer. Eğer mücadele sıkıcı ve yorucu bir hale gelirse bırakıp gidersiniz. Size klasik bir evlilik gidişatı anlattım değil mi?
Peki neden kendimiz gibi olmaya ve karşımızdakinin de kendisi gibi olmasına izin vermiyoruz?
Cevap basit. Çünkü kendimizi bile yeterince kabullenip sevmiyoruz.
Bir kişinin bu düşünsel düzleme geçebilmesi için önce kendisini her yönüyle ve her boyutuyla kabul etmesi lazım. Kişi kendini kabul edemeden bir başkasını da olduğu gibi kabul edemez. Kendini sevmeden bir başkasını sevemiyeceği gibi.
Karşımızdaki muhteşem kişiyi yargılamadan, sorgulamadan, etiketlemeden ve değiştirmeye çalışmadan, yani çabasızlığı tercih ederek deneyimlemek en güzel olanı. Kendi otantik yapısını deneyimleyin, sadece sevgi verin sevgi alın.
 Esasında biz doğala karşı geldiğimiz için ilişkinin keyfini çıkaramadan bir mücadele havasında en güzel günlerimizi geçirmeyi seçiyoruz. Boşverin bunları, hayat her anıyla yaşamaya değer. Sevgiyi ve kendinizi deneyimlemek için elinize geçen bu fırsatı tüm keyfiyle çıkarın. Siz ve sevdiğinizin kendi özgün halleriyle çiçeklenmesine izin verin.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


3 Ağustos 2010 Salı

ANİMA - ANİMUS



Cinsel kimlik konusu toplumun en hassas olduğu konulardan biri. Toplum o kadar katı kurallarla cinsiyetlerin -meli -malı larını belirlemiş ve o kadar titizlikle bu sınırları korumak için savaşmakta ki, erkek-kadın kutupları birbirinden tamamen uç konumlarında yaşamlarını idame etmekte.
Ben işin cinsiyet tanımlaması bölümünde değilim. Benim işim insanın içerdiği enerjiler.
Biraz sınır zorlayıcı bir cümleyele başlıyalım.
Hepimizin içinde, hem kadın hem de erkek enerji mevcut.
Yüzyıllardır şövenizmin dar kalıpları içinde yaşamış bir insana bunu söylemeye çalışmak herhalde küfretmek gibi gelir. O kadar kimliğin belirlediği sınırların içinde yaşamaya alışmışız, yaşantımızda, zevklerimizde sınırlarımızı koymuşuz ki içinde diğer cinse ait olan bir şeyi taşıdığımızı bilmek bile istemiyoruz.
Şimdiye kadar devir erkek enerji egemenliğindeyken, son 10-20 yıldır kadın enerjisinin yükselişine şahit oluyoruz. Dünyamız Feminen enerji döneminde (Lady Gaia kendi cinsindeki enerjiye nihayet kavuştu). Bunun toplumsal yaşantıdaki izdüşümlerini de farkediyorsunuzdur. Daha önce hiç konuşulamayan konular gündeme geliyor, yaratıcı yönümüzün değerini daha çok biliyoruz, aile yapısı tamamen değişti, erkek duygusallığından bahsediliyor vs.vs.vs.
İnsanın içinde her iki cinse ait enerjileri içerdiği bilgisi, esasında yeni bir konu değil. Uzak doğu filozofilerinde YİN (Dişil) ve YANG (Eril) yönlerin insanda ve evrenin tüm yapısında olduğunu yüzyıllardır söylenirken, batı dünyası Carl Gustav Jung zamanına kadar bunu dillendirmemişti. Jung'un öncül çalışmalarında her erkekte feminen taraf (anima), kadında da maskulen taraf(animus) olduğu konusu yoğun bir şekilde geçmekte.
İnsanlar kendilerindeki bu taraflarını baskılamaya ve toplumsal rollerin sınırları içinde yaşamaya çalıştıkları için bir çok içsel sorun başgöstermekte.
Nedir bu içimizde taşıdığımız bölümler?
Feminen(Dişil) taraf kişinin sezgisel yanını ifade eder. İçimizdeki bilgeyi bu enerjiyle örtüştürebiliriz. Bu enerji bizle iletişimini, sezgiler, hisler, öngörüler, rüyalar aracılığıyla kurmaya çalışır. Evrenselliğe açılan kapı bu enerjinin kontrolündedir.
Maskulen(Eril) enerji ise hareket ve eylemi yaptıran bölümümüzdür.

Tanımlamalara baktığımızda aslında bu iki enerjinin birbirini tamamlayıcı olduğunu görebiliriz. Bir yaratım prosesini düşünelim. Önce fikir ortaya çıkar (Feminen enerji) ardından eylemin katkısıyla(Maskulen enerji) eser oluşur.
Besteci bir müzik eseri yazmak istediğinde önce müziğin tınıları içsel olarak belirir ardından eserin notalara dökülüp çalınması gerçekleşir.
İnsanın tüm yaşamsal çabalarına baktığımızda bu iki enerjinin beraber çalışması gerektiğini anlayabilirsiniz. Fikir olmadan eylem, eylem olmadan yaratım olamaz.
Kadın tarafımız hisseder, erkek tarafımız gerçekleştirir.
Ne yazık ki günümüz toplumunda bir çoklarımız içimizdeki bu iki enerjiyi bir denge içinde ilişkilendirmeyi beceremiyoruz. Erkek içindeki sezgisel yanı ya dinlemiyor ya da kontrol altına almaya çalışıyor. İçindeki sezgisel tarafı dinlerse evrensel bütünlük hissine girip kişilik tanımlamasını kaybedeceğinden korkuyor. Bu yüzden duygusuz, robotik bir yaşam tarzını seçip toplumdaki kadın yanın baskı altında tutulmasını tercih ediyor. Bu dediğim örneğin iş dünyasında acımasızca sergilendiğini hepimiz biliyoruz.
Kadın  ise bu erkek egemen toplumda ayakta kalabilmek için dişil tarafını baskılayıp, erkek enerjisini ön plana geçirmek için uğraşıyor. Bunun sonucu da erkek bağımlı, gücünü indirekt olarak manipulasyonlarla belirtmeye çalışan bir yapıda yaşam savaşını sürdürmeye çalışıyor. Kadınların perde arkasından manipulasyon yöntemlerinin ne kadar çok kullanıldığına hepimiz şahit olmuşuzdur.
Bütün bu söylediklerim aslında artık değişimin eşiğinde. Tabular yıkılıyor, herşey değişiyor.
Yeni insanı oluştururken içimizdeki hem yaratıcı hem de eylemci yanımızı dengelemenin gerekliliğini bilmeliyiz. Bu iki yanımızın da aslında düşman değil, birbirini tamamlayan taraflar olduğunu ve içsesimizin en iyi rehberimiz  olduğunu unutmamalıyız.
Biz, bize dikte edilmiş toplumsal kalıpların tuğlalarının tek tek yıkıldığı bir süreçte geldik buraya. Yeni toplumsal yapının inşaatı bizlerin elinde. Eserimizin bizi yeni çağa güvenle taşıyabilmesi için önce her iki cins enerjinin dengelendiği  bir iç yapı oluşturmamız gerekiyor.
Yani herşey bireyde bitiyor.

Sevgiyle kalın
Erkan Sarıyıldız


2 Ağustos 2010 Pazartesi

AH BENİM KARANLIĞIM

Hepimiz içimizde sonsuz sayıda farklı enerji ve özelliklerle doğmuşuz. Yaşam süreci içinde bu olasılıklardan hangileri içerdiğimiz potansiyelleri tamamıyla yaşatacak ve hangileri en guvenlı  ortamı oluşturacak diye, deneyimlerimizin sonuçlarını değerlendirip BEN dediğimiz formu oluştururuz.
 İnsanoğlu yapı olarak yüzlerce değişik kişilik taşıyan bir varlıktır. Öyle ilginçtir ki, bu kişiliklerin hepsi de çok farklı, birbiriyle tamamen ters uçlarda karakter özellikleri içerebilir.
Dünyanın kutupluluk yaratarak deneyim ortamı sağladığını ve buna "Dualite" denildiğini onlarca kez konuşmuştuk. Aynı şekilde hepimiz içimizde de dualite kuralları işliyor. Bir özelliğiniz yüzeyde  duruyorsa, mutlaka bu özelliğin tam zıddını da içerlerde bir yerlerde saklıyorsunuzdur.
İnsan tercihini kullanarak seçtiği ve ben resminin içine yerleştirdiği bir özelliğini kabul ederken,  tam zıddı olan özelliği yok saymayı tercih eder.
Bir düşünün bakalım hangimiz kendimizdeki  olumsuz ve yıkıcı yanlarımızın farkındayız?
"Ben çok güçlüyüm" diyen birisi, içinde çok kırılgan bir tarafı olduğunu görmek istemez
"Ben çok dürüstüm" diyen birisi, içindeki en kirli işler yapmaya meyyal tarafının olma olasılığını bile kabul edemez.
Sebebi çok açık; "Eğer kabul ederse kurduğu BEN kalesi yıkılacaktır".
İlk planda bu kabul ediş, senelerce özenerek bezenerek kurduğu yapının sonu gibi görünse de aslında temeli daha kuvvetli ve ayakları yere basan yeni BEN'in oluşumu için gereklidir.

EVRENDE YARATILMIŞ HER ŞEY SEVİLMEK VE KABUL EDİLMEK İSTER.
Buna sahip olduğumuz her kişilik te dahil. Sizin olan ne varsa hepsini onurlandırmalı ve kabullenmelisiniz. Çünkü sizi siz yapan, sizi tam yapan şey, tüm kişilikleriniz aslında. Sizin o beğenmediğiniz, gizlemeye çalıştığınız, olduğunu bile unuttuğunuz taraflarınızın, o çok cafcaflı, süslü cümlelerle, neon ışıklarıyla BEN olarak kabul ettiğiniz taraflarınızdan hiçbir değer farkı yok.
Bu kabullenilmemiş taraflarımız, bizim için çok önemli enerji parçaları içerir. Çoğunlukla da bu özelliklerimizi kabul edip, iyileştirip hayatımızın daha dengeli ve daha özgün bir ben olması konusunda çok aciz kalırız. Çünkü en zor olan kişinin kendisiyle dürüstçe yüzleşmesidir.
Diyelim sizin  en baskın özelliğiniz GÜÇLÜLÜK olsun. Sizin bu yanınızı kabul etmiş tarafınız için, zayıflık iğrenç bir şeydir ve dünyaya bu yanlarını göstermek olası zararlara açık hale gelmektir. İlginç olan taraf ise hayatınıza hep zayıf insanları çekersiniz ve onları ne kadar zayıf oldukları konusunda yargılarsınız. Önce siz kendi zayıf taraflarınızı kabul etmek zorundasınız. Zayıflık diyerek iğrendiğiniz o hassas yanlarınız olmadan başkalarıyla yakın ilişkiye giremez, onlara gerçekten ve gönülden yakınlık gösteremezsiniz. Sırf kendinizin zayıf yanlarınızı görmemek uğruna insan olma deneyiminin en önemli parçalarını kaçırırsınız.

İçimizdeki tüm enerjileri tanılayıp içimize alırsak içimizde "Farkındalıklı Ego" oluştururuz. Farkındalıklı Ego tüm özelliklerimizin oyunlarının farkında olup bizlerin bilinçli seçimlerle  yürümemize yardımcı olur.

Ana konuya geliyorum:
SİZ KABUL ETMEDİĞİNİZ HER ŞEYİNİZİ ASLINDA GÜÇLENDİRİYORSUNUZ.
Siz her yanınızın , her yönünüzün olduğunu bilip, bunların farkındalığıyla seçimlerinizi belirleyerek yaşam yolunda yürüdüğünüzü unutmayın. Sizin "yok bende" dediğiniz için görmediğiniz taraflarınız, aslında bu alışkanlığınızdan besleniyor. Yoksayarak kendinizin olduğu gibi Dünyanın da karanlık taraflarını güçlendiriyorsunuz.

DÜNYAYI İYİLİK DEĞİL, FARKINDALIK KURTARACAK

Ben her yönümle mükemmel ve iyiyim, yardımseverim, hümanistim diyen biri olarak Dünyanın iyiliği için uğraşmak sadece geçici pansuman çözümler üretir.

Işık Savaşçısının yolu,
"BEN HER YÖNÜNÜ BİLEN VE FARKINDALIĞIYLA YAŞAYAN BİRİYİM " diyen bakış açısıdır.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız