28 Şubat 2010 Pazar

HAYAT DERSLERİ



Şunu öğrendim-Kimseye kendini sevdiremezsin. Sadece sevilebilecek birisi ol. Bundan sonrası onlara kalmış.
Şunu öğrendim- Güveni oluşturmak yılları alabilir. Fakat birkaç saniyede yıkılabilir.
Şunu öğrendim- Bir ilişkiye ne kadar çok özenirsen özen, karşındaki sana o özeni  göstermeyebilir.
Şunu öğrendim- Hayatta neye sahip olduğun önemli değil, kimlere sahip olduğun önemlidir.
Şunu öğrendim- Başkalarının en iyi yaptıklarıyla  kendini karşılaştırma, kendinin en iyi yapabileceğinle karşılaştır.
Şunu öğrendim- İnsanların başına ne geldiği önemli değil. Bu durumda ne yaptıkları önemlidir.
Şunu öğrendim- Çok anlık yaptığın birşey sana hayat boyu kalp ağrısı verebilir.
Şunu öğrendim- İstediğim gibi biri olmak çok uzun bir süre aldı.
Şunu öğrendim- Bir olay karşısında tepki vermek düşünmekten daha kolaydır.
Şunu öğrendim- Sevdiklerinizin yanlarından ayrılırken sevgi dolu sözlerle ayrılın. Bu onları son kez görüşünüz olabilir.
Şunu öğrendim- Bizler yaptıklarımızdan sorumluyuz, hissettiklerimizden değil.
Şunu öğrendim- Ya alışkanlıklarınızı kontrol edin ya da onlar sizi kontrol etmeye başlar.
Şunu öğrendim- İlişkiler ilk dönemde çok ateşli ve aktif başlar. Tutku azalınca  bunun yerini daha güzel bir şeyin almasını sağlayın. Yani Sevginin.
Şunu öğrendim-Kahramanlar yapılması gerekeni, sonucunu düşünmeden gerektiği zamanda yapan kişilerdir.
Şunu öğrendim- Affetmeyi öğrenmek için çalışmak lazım.
Şunu öğrendim- Sevdiğiniz bir çok insan vardır fakat çoğunlukla sevdiğinizi göstermeyi bilemezsiniz.
Şunu öğrendim- Sahip olunan para hayattaki başarıyı değerlendirmenin yolu değildir.
Şunu öğrendim- İyi bir arkadaş hiçbir şey yapsan da yapmasanda en iyi zamanı geçirdiğin kişidir.
Şunu öğrendim- Senin zor durumunda sana tekmeyi atmasını beklediğin kişi belki de ayağa kalkmanı sağlayacak tek kişi olacaktır.
Şunu öğrendim- Bazen sinirli olduğumda sinirli olmaya hakkım var. Fakat bu bana acımasız olma hakkı vermez.
Şunu öğrendim- Gerçek arkadaşlık çok uzaklarda da olsanız büyümeye devam eder. Gerçek aşk ta böyledir.
Şunu öğrendim- Birileri sizi sizin istediğiniz şekilde sevmiyorsa bu onların sizi sevmediği anlamına gelmez.
Şunu öğrendim- Olgunluk ne kadar doğum günü geçirdiğinizle değil geçirdiğiniz deneyimler ve bunlardan ne öğrendiğinizle değerlendirilir.
Şunu öğrendim- Sakın bir çocuğa rüyalarının saçma ve  olanaksız olduğunu söylemeyin. Ya buna inanırsa ?
Şunu öğrendim- Ne kadar iyi bir arkadaş olsanız da zaman zaman o sizi incitebilir. Bunun için onu affetmelisin.
Şunu öğrendim- Her zaman başkalarını affetmek yeterli değil. Bazen kendini affetmeyi öğrenmelisin.
Şunu öğrendim- İki kişi tartıştığında bu onların birbirlerini sevmediği anlamına gelmez. İki insan tartışmıyorsa sevdikleri anlamına da gelmez.
Şunu öğrendim- Bir sırrı çözmek için çok hevesli olma. Bulduğunda hayatını tamamen değiştirebilir.
Şunu öğrendim- Aynı şeye bakan iki insan tamamen farklı şeyler görebilir.
Şunu öğrendim- Hayatın, belki de şu an tanımadığın bir insan taraından bir kaç saat içinde değişebilir.
Şunu öğrendim- Sevgi sözcüğü bir çok farklı anlam içerebilir. Bu söz aşırı kullanıldığında anlamını yitirir.

Hayat sayı yapmak değildir.
Hayat 
"Kaç tane arkadaşın olduğu veya ne kadar kabul edildiğin,
Hafta sonu planın olması veya yalnız olman,
Kimle çıktığın, kaç kişiyle çıktığın veya kimseyle çıkmadığın,
Ailenin kim olduğu, veya ne kadar paraları olduğu,
Arabanın ne marka olduğu,
Hangi okula gönderdikleri,
Güzel veya çirkin olduğun, ne giydiğin, hangi ayakkabıyı giydiğin, ne müzik dinlediğin.
Saçının sarı veya siyah olması, esmer veya sarışın olman, ne kadar zeki olduğun, herkesin seni ne kadar zeki bulduğu veya zeka testinden kaç puan aldığın"
Değildir.
Hayat, gerçekte
Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Kimi mutlu ettiğin veya kimi amaçsızca üzdüğündür.
Güvenilir olduğun veya ihanet ettiğindir.
Arkadaşlığını kutsal bir şey gibi veya bir silah gibi kullanmandır.
Söylediklerinin veya kastettiklerinin acı dolu veya yüreklendirici olmasıdır.
Ne tip yargılamalarda bulunduğundur. Kimleri yargıladığındır.
Kimleri bilinçli olarak yoksaydığındır.
Kıskançlık, korku, yoksaymak ve intikamı seçmendir.
İçinde nefret veya öfke taşıman, bunları büyütmen ve etrafa yaymandır.
Kalplere sevgi dolu veya zehirli bir şekilde dokunma seçimindir hayat.
Sen kalplere dokunmanın yollarını seçersin. İşte hayat bu seçimlerin nasıl olduğudur.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

NOT: Yazı, anonim yazılardan derlenmiştir


27 Şubat 2010 Cumartesi

SELF SABOTAJ



Hepimiz bir oturup hayat hikayelerimizi gözden geçirelim. Neler yapılmış, neler edilmiş, nerelere ulaşılmış?
Yaşam öykümüzün içeriğine dürüstçe baktığımızda dev gibi bir kardeşi de olduğunun farkına vardınız mı?
"Hayatta elde edemediklerim, yapamadıklarım ve yapmayı ertelediklerim " lerin oluşturduğu KEŞKE adlı kardeş.
Gerçekten yaşam öykümüzü 1-2 satıra sığdırırken, Keşkeleri sayfalarca yazabiliriz.
Üşenmeyin ve bir yazın bakalım. Neden yazın diye ısrar ediyorum biliyormusunuz, düşünsel temelde olup çokluğunu farkedemediğimiz şeyleri yazıya dökünce daha rahat görebilirsiniz. Düşünce maddeleşince gerçek yapısı daha iyi anlaşılıyor
Hayatınızın filmini iki versiyonda seyrettiğinizi düşünün. Birinci senaryo şimdiki yaşantınız,diğer senaryo ise Keşkelerin senaryosu. Ne kadar farklı değil mi birbirinden ?
Madem bu kadar farklı senaryolar ortaya çıkıyor sizce neden bu yaşam sizin değil?
Hemen zihinler çalışmaya başlıyor ve ortaya yüzlerce bahane seriliyor
Tamam geçmiş senaryoyu değiştiremeyiz ama peki ertelenenler ve önümüzdeki yaşam bölümü?

Bunları yapmaya zamanım yetmiyor.
Bunları yapabilecek bir yaşantım yok ki.
Bu saatten sonra nasıl yapabilirim.
Söylemesi kolay ama yapması zor.
Bulunduğum ortamda bunu başaramam ki.
İnsanlar ne der?

Bunlar benim şu anda aklıma gelenler ama eminim yaratıcı zihinler daha ne bahaneler uyduruyordur.
Ben bugün sizlere kızacağınız bir şey söyliyeceğim. Fakat dost acı söyler deyip laflarıma kızmayacağınızı düşünüyorum.
Bu olasılıkların gerçekleşmesindeki en büyük düşmanınız KENDİNİZSİNİZ. Çünkü hepimizin içinde, bizlerin alışılmışın dışına çıkmasını engelleyen, statükocu ve çok güçlü birer SABOTAJCI yatıyor.
Şunu unutmayalım hiç kimse eğer siz izin vermezseniz, size zarar veremez ve engelleyemez. Başkalarını, zamanı, koşulları suçlamak o çok değerli kendimizi suçlamaktan daha kolay ve rahat geldiğinden bu yolu seçeriz sürekli. Zamanın yetmediğini, anlayışsız eşi, toplumsal kuralları, durumu suçlamaktan bahsediyorum.
Siz kendinize inanmazken başkasının size inanmasını beklemeyin. Siz değişmek istiyorsanız, siz bir şey yapmak istiyorsanız önünüzde esasında sizden başka engel yok.
Sizlerin öyle bir yaratıcı gücü var ki farkında olmadığınız.Bu gücü özgürce kullanan Sabotajcı tarafınız bazen öyle senaryolar oluşturuyor, öyle zekice oynuyor ve siz bu oyunların farkına varamadan
"Bak işte haklıyım, yapamayacağımı söylemiştim " 
diyerek kendi yazdığınız oyunun içinde debeleniyorsunuz.
Etrafınızdakiler de sizin senaryonuzun oyuncuları olarak istediğiniz gibi davranmaya başlıyor. Yani tam bir sabotaj planı gerçekleştiriyorsunuz.
Bu yüzden her pazartesi spora başlayacağım deyip Salı günü bırakılıyor, zayıflama proğramları hep erteleniyor, yapmanız gereken işler sürekli çıkmaz ayın son perşembesine atılıyor.
Yaratım gücünüzün en tepede olduğu şu enerjetik geçiş döneminde bu dediklerim hiç zor değil. Bunları düşünmeniz bile senaryonun oluşturulmasında yeterli bir aracı.
Lütfen daha iyi, daha verimli, daha yaratıcı, daha özgür yaşamların oluşmasının tek mimarının kendiniz olduğunu unutmayın
Bizler azı hakketmiyoruz, daha çoğu hakkediyoruz.
Hepimizin gerçek potansiyellerimizde yaşayabilmesi için gücünüzün farkına varın ve bu gücü sabote etmek için değil, gerçekleştirmek için kullanın.
Harekete geçin çünkü evren size vermek için bekliyor.
Harekete geçin çünkü Evren Hareketi Alkışlar.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız



26 Şubat 2010 Cuma

YETERİNCE İYİ DEĞİLİM


Bugün değişik bir şey yapalım. Ben Sherlock Holmes'luk yapmayı çok severim. Ufak ipuçlarından büyük resme ulaşmak, bağlantılar kurmak özel merakım. Bugün iz sürmeyi deneyimleyelim sizlerle.
Neyin izini mi?
Hepimizin hayatı üstünde engelleyici rol oynayan düşünsel kalıplarımızın izini.
Amacım hayatı öğrenmeye başladığımız çocukluk döneminin insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu ve basit bir olay gibi olan  rutin yaşadıklarımızın nelere yol açabileceğini örneklerle takip etmek
Bugünkü kalıbımız "Ben yeterince iyi değilim"
Bu kalıp hiçbirimize yabancı gelmemiştir. Erişkinliğe  ulaştığımızda uğradığı değişimle bu kadar açık olarak anlayamasak da kalıbın adı bu. Birazdan gelişmesini takip ettikçe daha tanıdık gelmeye başlayacaktır.
Kalıbın en çok başladığı süreç:
Çocukluk dönemi
Bir örnek vererek başlayalım. Çocuk bir resim çizmiş ve hevesle babasını bekler. Babası işten yorgun argın gelmiş ve tek düşüncesi duş alıp dinlenmektir. Kapıdan girer girmez çocuk babasını sıkıştırır.
"Baba resmime baksana, çabuk ol  lütfen, ne güzel resim değiil mi? "
Baba sinirlenir. Çünkü o anda değil resim görmeye, etrafında bir harekete dahil tahammülü bile yoktur. Çocuğuna:
"Bana bu saçma sapan resmini göstermek için baskı uyguluyorsun. Yeter artık!!!"
Evet işte o an, kalıbın tohumunun atıldığı an.
Diğer bir örnek:
Çocuk ailesinin göz bebeğidir. 4-5 yaşına gelir ve anne-baba yeni bir çocuk dünyaya getirirler. Ardından yeni bebek eve gelir. Artık çocuk tek olmaktan çıkmış. ilgiyi ve sevgiyi paylaşmak zorunda kalmıştır. Sesi çok güzeldir ve şarkı söylemeyi çok sever. Bir gün kardeşi uyurken şarkı söylemeye başlayınca annesi:
"Kızım berbat sesinle bağırarak şarkı söyleme. Kardeşin uyanacak."
Yine bir tohum atılma anı.
Bu örnekleri onlarca arttırabiliriz.
Aslında iki örnekte de anne - babanın yapmak isteyecekleri en son şey çocuğa zarar vermek, onu incitmek olsa da kendilerince haklı sebepleri olduğunu düşünerek verdikleri tepkiler, çocukta kalıcı değişimlere yol açar.
Çocuklarda kendilerini  "Ben yeterince iyi olsaydım, bu şekilde davranılmazdı" ile başlayan düşünce silsilesinin nerelere ulaşableceğini düşünelim.
İki  çocuk da bu olayı kendi pencerelerinden;
Ben iyi resim çizemiyorum.
Ben  hiçbir şeyi iyi yapamıyorum.
Ben zaten değersizim
İnsanlar beni sevmiyor olarak algılayabilir. Düşünün sizin basitçe ve kendinizce haklı olduğunuz bir hareketin sonuçları nelere ulaşabiliyor.
Bu nerelere varabilir? 
Bu düşünce kalıbının ardından iş çıkmaza girerek çocukta sosyal fobiler gelişir. Toplum önünde kendini ifade etme sıkıntısı, okulda başarı düşüklüğü veya kendini bu yönde ispatlamak için yaşamdan kopuk, sadece başarı endeksli bir okul hayatı geliştirir. Arkadaş ilişkileri ideal değildir. Ardından yeteneklerini topluma sunmada sıkıntı yaşar.
Devam edelim, biraz daha büyütelim çocukları.
Sosyal fobiler daha da gelişir. İnsanlara kendini sunmakta sıkıntı olur. Silik bir yaşam sürmeyi tercih eder. Karşı cinsle ilişkilerinde tutuktur.
Altta hala "Ben yeterince iyi değilim kalıbı" çalışmaya devam ediyor.
Yaşı ilerledikçe hayata ve kişilere önyargılı yaklaşır. Depresyona eğilimlidir.
Çok ilginç  mekanizmalarla yeme bozuklukları gelişebilir. Kişi kendinin değersizliği, eksikliği sebebiyle birşeylerle tamamlanma ihtityacı duyar ve bu boşluğu aşırı yemekle tamamlayabilir. Bir ilginç mekanizma da kişi  toplumdan gizlenmek için  kendini yağların içine gömmeye çalışır. Obezite kaçınılmazdır.
Tam diğer uçta ise ben yeterince iyi değilim diye başlayan kilo takıntılı bir yaşam ve ardından anoreksiya nervoza denilen duruma kadar varabilen sağlıksızlıklar.
Diğer bir olasılık ise kişi kendini değersiz hissetme zemininde, kendini unutmak için bağımlılıklar geliştirebilir.
İkili ilişkilerinde eşini kıskanmak da aynı temelden gelişen bir hareket  tipi.
" Ben yeterince iyi değilim. Eşim başkalarını benden daha iyi bulabilir. Öyleyse dikkat çekmemeli, başkalarıyla bulunduğu ortamlarda rahat tavırlar sergilememeli"
Ne kadar karamsar bir tablo çizdim değil mi?
Gerçekten neyse ki  anlattığım şeylerin hepsi, bir kişide aynı anda olmuyor. Bunlar olasılıklar. Fakat erişkinlerdeki bir çok hastalıklı ruhsal paternin, aslında çocukluk dönemindeki masum bir tohumlanmadan çıktığını görmek önemli.
Erişkinlerdeki her türlü sosyal, ruhsal tıkanıklıkların izini sürdüğünüzde bir çoğunun çok masum, basit olaylara bağlı olarak geliştiğini bulabilirsiniz. O yüzden herhalde en önemli konu yüzeydeki sonucu çözmek değil sebep olan tohumlanma anını bulup bu düzeyde temizlenmeyi sağlamak. Ben buna İLK GÜNAH'tan arınma diyorum
Çocuk yetiştirme gerçekten zor bir konu. Sizin doğrularınızla , yapabileceğiniz en iyinizle birşeyler öğretmeye ve geliştirmeye çalışırken, bazen de kendi olmak istediklerimizi çocuklarımıza dikte etmeye bayılıyoruz. Tabii bu arada da kendi yoğun yaşantımızın ağırlığı altında ezilerek.
Kendimizi her zaman mükemmel olmalıyım kıskacına sokmadan, yapacağınızın en iyisini yapın.
Çocuklarımızın gelişimi sırasında kullanacağımız ifadeler onların özgüvenlerini yaralayıcı, sevgisizlik çağrıştıracak şekilde olmasın. Tabii ki kendi yoğun yaşantılarımız sürerken her zaman sabırlı olmak, dengeli olmak, dediklerimizin gideceği yerleri hesaplayarak yaşamak kolay değil.

Ama yavrularımızın bunları hakkettiklerine inanıyorum.

Sevgiyle kalın
Erkan Sarıyıldız


24 Şubat 2010 Çarşamba

GÖLGENİZLE DANS



İnsanlara kendi iyi yanlarını görmek kolay gelirken, kötü yönlerini görmek bir o kadar zordur. Kafamızda oluşturduğumuz ideal -İYİ BİZ- le örtüşmez. Hepimiz kendimizde her şeyin en iyisini, en güzelini barındırıyorum diye düşünmek isteriz. Halbuki bütünün, herşeyi içerdiğini unuturuz.

“Herkesin içinde ışık ve gölge, iyi–kötü, sevgi-nefret bulunur. Tam anlamıyla, dürüst olarak her yönünüzü kucaklamalısınız. Kendi pozitif ve negatif taraflarını, güçlü-güçsüz taraflarını gösteren insan kusurlu değil, tam olmuş insandır."

Deepak Chopra


Kendmizdeki karanlık tarafımızla dost olmak çok ürkütücü ve zor bir konu gibi geliyor. İçimizde saklanan karanlık taraflarımız, özenle oluşturduğumuz BEN tanımlamamızla çatışabilir. Bunu önlemek için ego bu tip sorgulamaları önlemeye çalışır. Ego için, kendini sorgulayacağına başkalarına bu tarafınızı yansıtmak daha kolaydır, daha az yaralayıcıdır.
Eğer bizler iyi veya kötü bir tarafımızı tam olarak kabul etmezsek, bu özelliğimizi başkalarına yansıtırız. Yani yaşam oyunu kendi GÖLGENİZLE DANS haline döner.Yansıtma gölgeyle dansın önemli bir komponentidir. Kendimizde kabul etmediğimiz tarafımızı başkalarına yansıtarak kendi gölgemizle dans etmeye başlarız. Şunu unutmamalıyız gölge dansında karşınızdaki partneriniz yabancı değil, sizin başkasına yansıyan tarafınız.

Buddhist öğreti, bizi kızdıran, rahatsız eden ve bizi bilinçli olarak sabote eden kişilere Asil Arkadaşlar (Noble Friend) der. Bu kişiler aslında bizim en büyük öğretmenlerimizdir.
Diğer bir söylemle, kendimizi daha iyi tanıyabilmek için kendi gölge tarafımıza uygun insanları hayatımıza çekeriz. Örneklersem mesela çok başı buyruk biriyseniz ve bunu kabul etmiyorsanız hayatınıza sizi yönetmesi için diktatör ruhlu ve yönetmeyi seven insanları çekersiniz. Eğer kendini beğenmiş bir yapınız varsa ve bu yanınızı kabullenmiyorsanız, hayatınıza kendilerini evrenin merkezinde olmak isteyen kişileri çağırırsınız.
Gölge dansını anladığınızda bu işin devam etmesi çok zorlaşır. Artık birinin kurbanı veya suçlayıcısı olmak istemezsiniz. Farkındalığına geçtiğinzde yeni bir kişisel döneme geçersiniz.
Gölge dansı yaptığınız partneriniz size sizle ilgili önemli bir şey gösteriyor unutmayın.
Etrafa baktığımızda bir çok kişi, bu kişilerin kendilerine göstermek istediği dersi görmek yerine o kişileri suçlama yanılgısına düşüyor ve bu değerli fırsatı kaçırıyor.
Bu kişileri suçlamaya odaklandığımızda, kendimizin gizli dehlizlerinde bulunan ve bizim farkedemediğimiz bir tarafımızı görmemiz için evrenin sunduğu bu imkanı hiçe sayıyoruz.
Kendimizin negatif taraflarımızla nasıl baş edeceğiz ?
Kendinizdeki hoş olmayan tarafları ayırt etmeye başladığınızda, kendinizi artık sevmeyin bu yönlerinizi zedeleyin, saldırı da bulunun demiyorum. Karanlık tarafınıza baktığınızda belki de toleranssız, yargılayıcı, kaba, sabırsız veya şiddet içeren duygulara sahip olduğunuzla karşılaşabilirsiniz. Bu duygulara sahip olmanız illa ki hayatınızda bunları uyguluyorsunuz demek değildir.
Zararlı olma potansiyelleri olan tarafınızla karşılaştığınızda o tarafınızı nazikçe karşılayın. Biz sadece kötü bir tarafımızı ortaya çıkarmış olmuyoruz. Kendimiz olmamızı engelleyen gizlediğimiz taraflarımızın farkındalığına geçiyoruz.

Karanlık tarafımızı çalışıp o tarafımızı kabullendiğinizde, düşündüğünüzün tersine aydınlık tarafımız daha çok ışıldamaya başlar.
Bilindiği gibi ışığa ne kadar yaklaşırsak aydınlattığı gölge alan o kadar büyür. Ruhumuzu tanıdıkça ruhsal gücümüzü arttırırız.
Kendimizi sadece iyi olarak gördüğümüzde aslında bilinçsiz olarak dualitenin oyununa geliriz ve iyi tarafımızı büyütürken beraberinde kötü tarafımızı da güçlendiririz. Dualiteyi aştığımızda iyi- kötü, güzel-çirkin kutupları kaybolur. Sadece deneyim vardır.
Ne zaman ki kendimiz dediğimiz varlığın içerdiği her duygunun farkındalığına geçip onları içselleştirirsek TAM ve gücümüzü kazanmış olarak yolumuza devam ederiz.


Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız




23 Şubat 2010 Salı

VAROLUŞSAL SIKINTI



Spiritüel gelişim çalışmalarına herhalde gelen en büyük eleştiri, bu çalışmaların elit kesimin işi olduğu, halka inemeyeceği, geçim sıkıntısı yaşayan bir insanın nasıl olur da yemek bile yiyemezken "Ben kimim ? Beni kim yarattı ?" sorularını soracağı  hakkında.
Bunu anlayabilmek için insanın gelişme evrelerini gözden geçirelim.
İnsan doğar, doğduğu andan itibaren önce anneden ayrılma süreci yaşar. Ardından hala kendini evrenle bir olarak görür; ta ki formların dünyasına girene kadar. Bütünün parçası olarak hissederken BEN'in içine sıkışmaya başlar. Herşeye isimler verilir, kalıplara sokulur. Artık bütünden farklı tek bir yapıdır. İşte burada AYRILMA SIKINTISI başlamıştır. Özü, birliğin parçası olduğunu bilirken, artık unutma süreci devreye girmiştir. Toplumsal yapı, aile yapısı ve DUALİTE bizleri bedenin içine tıkar. Dünyasal hayat artık tüm devinimleriye başlamıştır.
Eğitim süreci, imtihanlar, ergenlik süreci derken artık tam bir dünyalıdır. Günler ardı ardına hızlı bir şekilde geçer. Çocuk bu ayrılma sıkıntısını geriye atar. Yetiştirmesi gereken sorumluluklar, yapması gereken işler, karşılanması gereken beklentiler vs.vs. Oluşmukta olan BEN 'in gürültüsü altında bu AYRILIK SIKINTISI 'nın üstüne kat kat  kapılar kapanır. Sonra erişkinlik süreci başlar. Meslek seçimi ardından mesleki olgunlaşma süreci, hayat gailesi denilen koşuşturma süreci. Temel ihtiyaçları sağlayacak bir düzen olşturulur. İşte bundan sonra artık tam rahat edeceğim derken VAROLUŞSAL SIKINTI kendini gösterir.
Nereden çıktı şimdi bu diyebilirsiniz ? 
Bunu Sri Bhagavan'ın SIKINTI SABİTESİ formülünde çok daha iyi anlayabiliriz.

Fiziksel sıkıntı + Ruhsal sıkıntı + Varoluşsal sıkıntı = SABİT

Biliyorsunuz bu tip denklemlerde toplam bir sabite eşitse, toplamı oluşturan basamaklardaki değişimler diğerini etkiler. Bir örnek verirsem, önce SABİT sayıyı 100 kabul edelim. Fiziksel sıkıntı: 50 puan, Ruhsal sıkıntı: 45 puan olduğunu varsayın. Varoluşsal sıkıntıya sadece 5 puan kalıyor. Yani insanın yaşamında bir hastalık, ihtiyaç dönemi, değişim süreci vs. varsa varoluşsal sıkıntı çok geride kalıyor.
" Spiritüel konularda matematiksel anlatımın ne işi var ?" diyebilirsiniz, fakat formül zihninizde oturduğunda anlamayı ne kadar kolaylaştırdığını anlayacaksınız.
Bu konunun en güzel örneği Buddha'nın hikayesi. Buddha'nın yaşamı onlarca kitapta, onlarca filmde incelenmiş olsa da bir de ben anlatayım sizlere.
Buddha Hindistanda bir Kralın oğlu olarak dünyaya gelir. Kralın amacı krallığının devamında tahtı oğluna bırakmaktır. Fakat birgün kahinler krala gelirler ve oğlunun büyük bir dini hareketin başına geçeceğini söylerler. Bunun üzerine Kral bu kehanetin etkisiyle Budha'nın ruhani işlere bulaşmaması için her anının, eğlence, bolluk, sıkıntısızlık içinde geçmesi için elinde geleni yapar. Amacı ruhani işlere merakı uyanmasın, insanların gerçek yaşamlarını görmesin, herşeyi olsun ki başka bir arayışa geçmesin. Bütün gün yediği önünde, yemediği arkasındadır genç delikanlının. Her tarafta oyunlar, çalgılar, danslar yani anlayacağınız tam bir bolluk.
Ardından Buddha bir gün kendini garip hissetmeye başlar. Ben kimim ? Nasıl yaratıldım ? soruları kafasında belirir.
Aslında burada babası Buddha'nın tüm ihtiyaçlarını karşılayarak Varoluşsal Sıkıntısı'nın büyümesine sebep olmuştur. Biraz önceki formülü tekrar gözünüzden geçirin. Ruhsal sıkıntı:0, Fiziksel sıkıntı:0, öyleyse  Varoluşsal sıkıntı:100. Şunu görüyoruz ki Kral oğlunun sıkıntıya girmesini önleyeyim derken en büyük sıkıntının içine sokmuş.
Günümüzde de bu tip örnekleri rahatça görebilirsiniz.
Kişi çok zengindir, istediği herşeye sahiptir, fakat içindeki varoluşsal sıkıntı peşini bırakmadığı için bu sesleri duymak istemediğinden aşırı hızlı bir yaşam seçer kendisine. Herşeyin en yenisi, en iyisi alınır fakat varoluş sıkıntısından kaçamaz. Her yeni şey bir süre açlığını giderir fakat ardından yine aynı iç hesaplaşmalar başlar.
Kişi varoluş sıkıntısından kurtulmak için hayatını sürekli doldurmaya çalışır. Geç saatlere kadar Tv seyreder, sürekli alışveriş yapar, yanında sürekli kalabalıklar görmek ister. Çünkü eğer etrafında bu gürültüler, kişiler uğraşlar olmazsa kendiyle başabaşa kalmak zorunda kalacaktır.
Bazen de kişinin varoluşsal sıkıntısından kurtulabilmesi için bu sıkıntı fiziksel bir araz geliştirir ki biz buna Psikosomatik Hastalıklar diyoruz. Organlarında bir şey olmasa da çeşitli şikayetler ortaya çıkar veya oluşan baskı neticesi bazı fonksiyonlarında bozulmalar meydana gelir. Yani kaçış yok.
Ne olursa olsun veya ne yaparsak yapalım varoluşsal sıkıntımızla yüzleşeceğiz.
Burada yapmamız gereken öncelikle kendimizi her yönüyle tanımak, yani kendimizi çalışmak. Yaşamın üstümüze kapattığı kapıların kilitlerini tek tek açarak içimizdeki öze ulaşmak.
Bu sıkıntıyı yenmemizin tek yolu sıkıntımızla cesaretle yüzleşmek.
Dünyadaki hiçbir maddesel zevk bu sıkıntınızı engelleyemez. Sadece geçici olarak zihninizi meşgul eder ama, kısa süre sonra eskisi gibi hatta daha da güçlenerek karşınıza çıkar. 
Yapacağımız ise gerçek insan özümüzü tanımak, unuttuğumuz birlik bilincine geçmek olmalı. Ben tutsaklığı içinde bu sıkıntımızı aşmak olanaksız.
İnsan ancak BEN'den BİZ'e geçtiğinde, sıkıntılarından özgürleşmiş İNSAN'ı oluşturabiliriz.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız



22 Şubat 2010 Pazartesi

DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY



Bugün sözüm bazılarına:
"Ben değişemem."
"Bu yaştan sonra değişmek mümkün mü ?"
"Niye alıştığımın dışında olmalıyım ki ?" diyenlere sesleniyorum.
Klasik bir laf vardır,
"Değişmeyen tek şey değişim"
Gerçekten her şey her an sürekli bir değişim içinde. Siz farketmeseniz de her zaman aynı olarak gördüğünüz vücudunuz bile her saniye değişim yaşıyor. Bana çok dikkat çekici gelen bir bilgi, sizler 7 senede bir tüm hücrelerinizi baştan aşağı değiştiriyorsunuz. Yani 7 sene önceki sizle şimdiki bedeniniz arasında o kadar fark var ki. Hücreler değişse de sizlerin oluşturduğu enerji dizilimlerine uyduğu için sizler değişimi farkedemiyorsunuz.
Mevsimler sürekli değişiyor, ağaçlar değişiyor, toprak değişiyor. Doğanın dengesi değişimler üzerine kurulu.
Aynı filmi birkaç kez seyretmiş, aynı kitabı onlarca kez okumuş olsanız da hepsinde ayrı bir deneyim yaşadığınızı farketmişsinizdir. Sizler sürekli değiştiğiniz ve her deneyim sırasında tekrar yeni siz olarak bu olayı deneyimlediğiniz için bu yaşadıklarınızın hepsi aslında farklı deneyimler. Bunu en çok çocuklarda farkedersiniz. Aynı çizgi filmi onlarca kez seyrederler; hatta bazıları öyle çılgındır ki hergün yemek yerken Tom ve Jeri'nin aynı bölümünü seyretmek isterler. Yüzlerine baktığınızda sanki ilk kez seyrediyormuşçasına coşku duyduklarını ve kahkahalarını gözlersiniz.
Bu işin sırrı ŞİMDİ de kalabilmekte.
Aslında her ŞİMDİ yeni bir başlangıcın kapı eşiğidir. Bu kapıdan geçip yeni bir döneme başlar hayatınız.
O yüzden böyle gelmiş böyle gider zihniyetini bırakın. Hiçbirşey böyle olarak kalmıyor ki böyle de gitsin.
Eski kalıplarınızı, eski ve size hizmet etmeyen alışkanlıklarınızı beraberinizde yeni sizlere  taşımanıza gerek yok.

Her yeni AN'da yeni bir siz oluşuyor.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

21 Şubat 2010 Pazar

PAZAR HİKAYELERİ-Yaratılış ve İkizler



Bugün sizlerle her okuduğumda  beni derinden etkileyen iki tane hikayeyi paylaşmak istedim.

YARADILIŞ HİKAYESİ

Yaratıcı tüm yarattıklarını toplamış ve konuşmaya başlamış.
"İnsanlardan onlar hazır oluncaya kadar bir şeyi saklamak istiyorum. Saklayacağım şey  kendi gerçekliklerini  kendilerinin yarattıkları gerçeği. "
Kartal :
" Bana ver. Aya götüreyim, orada saklayayım. " der.
Yaratıcı:
" Hayır olmaz. Bir gün oraya gider ve bulurlar."
Somon balığı :
"Bana ver ve okyanusun derinlerine saklayayım."
Yaratıcı:
" Hayır. Oraya da ulaşırlar."
Bufalo bağırır:
" Bana ver. Büyük otlakların içinde bir yerlere gömeyim. Orada bulamazlar. "
Yaratıcı:
"Dünyanın yüzeyini kazıp, çıkarırlar. Veremem."
Yaşlı Köstebek sözü alır:
"Madem öyle, insanların kendi içlerine koy."
Yaratıcı bu fikri çok beğenir ve insanlar hazır oluncaya kadar, kendi yaratıcı güçlerini bilmeden içlerinde taşımalarına karar verir.



İKİZLER

Bir zamanlar bir kadın ikiz oğlan çocuklarına gebe kalır. Haftalar geçer ve ikizler gelişmeye başlar.
Farkındalıkları gelişir ve neşe içinde bağırırlar.
" Ne güzel ve ne iyi ki bize gebe kaldılar. Yaşamak ne güzel bir şey."
İkizler beraberce etraflarını araştırmaya başlarlar.
Annelerinin kordonlarını farkedince neşeyle şarkılar söylemişler.
"Annemizin sevgisi ne kadar yüce. Bizlerle kordonu aracılığıyla yaşamını paylaşıyor."
Zaman geçer ve birbirlerindeki değişimi farketmeye başlarlar. Vücutlarının değişitiğini ve olgunlaştıklarının görünce şaşırarak:
"Bu ne demek oluyor ?" der bir tanesi .
Diğeri: "Bu demek ki buradaki yaşamımız sona erecek. Sona doğru gidiyoruz."
Ağlayarak:
"Buradan ayrılmak istemiyorum. Sonsuza kadar burada kalmak istiyorum." 
"Başka şansımız yok. Belki doğumdan sonra yaşam vardır." der diğeri.
"Bu nasıl olabilir? " der birisi. "Yaşam kordonumuz kesildikten sonra yaşam nasıl olabilir ki ? Bugüne kadar geri dönüp de doğumdan sonra yaşam vardır diyen kimse olmadı ki. Hayır, bu sona geldik demek. Belki de Anne dediğimiz de gerçek değil."
Diğeri protesto eder tarzda:
" Fakat olmalı. Buraya nasıl geldik ve nasıl canlı kalabiliyoruz ki anne olmazsa ?"
Diğeri:
" Sen anneyi gördün mü ki ? Belki de bizler kafamızda oluşturduk anne modelini. Belki bu bizim kendimizi iyi hissetmek için uydurduğumuz bir yalan."
Rahmin içi korku ve şüphelerle dolmuş. O günden sonra ikisi de eski neşelerini kaybetmiş.
Doğum zamanı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarından ayrılıp yeni dünyalarına doğmuşlar ve coşku içinde ağlamışlar. Gördükleri dünya en güzel rüyalarından bile daha güzelmiş.

Her doğum bir ölümdür, her ölümse bir doğum.


Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız




20 Şubat 2010 Cumartesi

KİM PATRON : Beden? Siz?



Kime sorsam herkesin değiştirmek istediği bağımlılıkları, alışkanlıkları mevcut. Kimisi yeme bozukluğundan şikayetçi, kimileri sigara, alkol, çok konuşma, kumar, televizyon, internet, insanlar, maddeler, seks vs.vs. Bazıları her yere geç kalır, bazıları çalışmayı sevmez. Bu liste uzar gider. 
Sizlerde bir bakın kendinize hangi alışkanlıklarınızı bırakabilirseniz çok daha güzel olacak herşey ?
Neler sizin hayatınızı olumsuz yönde etkiliyor ?
Hepsi farklı görünse de tüm bu bağımlılıkları biraraya koyduğumuzda aralarında ortak bir nokta var:
Bunlara karşı koymak istediğinizde kendinizi gücü alınmış ve çaresiz hissediyorsunuz. Hepimiz ihtiyaçlarımız, alışkanlıklarımız, bağımlılıklarımız, açlıklarımız tarafından yönetiliyoruz.
Bunlardan nasıl kurtulabiliriz?
Kurtulmanın bir yolu var mı?
Gerçekten senelerin getirdiği modelleri, bağımlılıkları, alışkanlıkları bırakmak zor ve ne yazık ki tek bir doğru yolu yok.
Öncelikle neden bağımlı oluyoruz ve bunları yenemiyoruzu gözden geçirmemiz lazım. 
Bazen kendimizi bu alışkanlıklara karşı çok zayıf hissederiz. Sanki bizden güçlü başka bir varlık bunları zorla yaptırıyor gibi gelir bizlere.
Peki bu varlık nerede gizleniyor?
Nereden komut alarak bunları istemeyerek de olsa yapmak zorunda hissediyor ve yapıyoruz?

Alışkanlıklar hücrelerimizde, genetiğimizde, zihnimizde gizlenir ve ordan komut vererek hayatımızı şekillendirir. Nerede olduğu çok önemli değil  bunlar fiziksel bedenimizde gizlenir.
Biliyoruz ki yaşanılmış herşeyin hafızası hücrelerimizde saklanır. Duygusal acılar, öğrenilmişlikler, kalıpların  olduğu gibi bağımlılıklarımız da hücresel hafızamızda saklanır. Biz farkedene ve üstesinden gelene kadar  yönetimimizi eline geçirir.
Bizleri istemediğimiz halde birşeyleri yapmaya iten paternleri ben bilgisayar virüslerine benzetiyorum. Bir uyarı aldığında zihin bu virüsün komutasında sizi devreden çıkarır ve programı başlatır.
Burada madem biz bunlardan kurtulmak istiyoruz  öncelikle "Biz kimiz?" 'i yeniden gözden geçirmeliyiz.

"Bizler ruhsal deneyim yaşayan bedenler değil, beden deneyimi yaşayan ruhlarız."

Bizler beden değiliz,  bedende bulunuruz. Bedenimize sahip bile değiliz. Beden öldüğünde bizler yaşamımıza başka formlarda devam ederiz.
Öyleyse bu kadar gücü olan ve ölümsüz bir varlıksak ve evrenin tüm bilgeliğine sahipsek bedenin emrinde niye yaşayalım ?  Öncelikle karar vermemiz gereken:
"Patron kim ?"
Bağımlılıklardan ve bu eski programların oluşturduğu virüslerden kurtulmanın belki de en iyi yolu bedenle kendimizin ayrı olduğunu anlamak. Şunu tekrarlayın kendinize:

"Ben beden değilim. Ben ruhum. Bu bedende yaşayan ruhani bir varlığım."

Bu bakış açısına geçtiğimizde bedenimize, yaramaz bir çocuğa davranırmış gibi davranmaya başlamalıyız. Patronun kim olduğunu ona gösterelim. Bedenimizin kendisi için neyin en iyi olduğuna ait bilgisi ve bilgeliği yok. Fakat bizim var. Bizler kendimiz ve bedenimiz  için neyin daha iyi olduğunu biliyoruz.
Bedeninizin kontrolünü elinize geçirme zamanıdır. Onun istekleri artık bizi yönetemez. Bizler ilkel bedenimize neyin doğru neyin yanlış, neyin zarar verecek olduğunu yavaş yavaş öğretelim.
O'na kimin patron olduğunu gösterelim.

İlk başta zorlansak da biliyoruz ki:

Güç Bizde. Çünkü Biz Gücün Kendisiyiz.


Sevgiyle kalın


Erkan Sarıyıldız



19 Şubat 2010 Cuma

BEATLES'IN ÇAĞRIŞTIRDIĞI --- ( ALL YOU NEED IS LOVE )




İnsanın en çok neye ihtiyacı var diye düşünürken Beatles'ın ünlü şarkısı kulaklarıma çalındı. Birden bir şimşek çaktı zihnimde.

"All you need is love" ( İhtiyacın olan tek şey sevgi )

İnsanlığın esasında temel sorunu sevgisizlik.
Evet gerçekten insanlığın en büyük açlığı sevgiye. Sadece çocuklar değil biz büyüklerin de sevgiye o kadar ihtiyacı var ki.
Etrafıma baktığımda ve dünyadaki olayları ve kargaşayı gördüğümde bu kaotik filmin alt yazısında  -Sevgiye ihtiyacım var -  o kadar büyük puntolarla görülüyor ki.
Çocukluğumuzda  yuvalarımızda sevgiye doymuşken erişkinlik dönemine geldiğimizde toplumun ezici çarkları arasında o kadar özlüyoruz ki bu sıcaklığı. Yaşamın tekdüzeliği, herkesin sadece  "Kazan, kazan" mantığıyla kurduğu ilişkilerin yüzeyselliği, soğuk kapitalist düzenin acımasız çarkları içinde bu en önemli ihtiyacımızı karşılayamıyoruz.
Çocukluk döneminde bizleri seven insanlar aynı zamanda bizle ilgilendikleri için bu model zihnimizde kalıp olarak bulunur.

 Dikkat çek-Sevgi al

Bu kalıp, yaşam boyu sevgiye ihtiyacımız olduğunda kullandığımız bir metod haline geliyor.
Sevgi açlığı içindeki insanlar toplumda dikkatleri üstlerine çekmeye çalışıyor. Çünkü dikkat çektiğinde bir şekilde ardından sevgi geleceği beklentisi içinde.
Tabii ki her insanın dikkat çekme yolu farklı olduğu için kimisi bunu yapıcı bir şekilde  uyguluyor, kimisi yıkıcı.
Alanlarında en iyi olma, sanat alanında yükselme veya gösteri sanatlarında sivrilme vs.vs. Herkes bir alanda ünlü olmaya çalışıyor. Popüler kültür de bunun üzerine kurulu. Herkes ün peşinde. PopArt'ın en önemli siması Andy Warhol'un bir lafı çok yerinde:

" Herkes birgün 15 dakikalığına ünlü olacak. "

İşte tam o çağdayız. Yüzlerce ne olduğu belirsiz canlı showlarda insanlar yaşamlarının en mahrem yerlerini hiç çekinmeden insanlara sunup ünlü olmaya, dikkat çekmeye çalışıyor.
Magazin basını da buna çok güzel hizmet ediyor. Herkes içlerindeki sevgi açlığını dikkat çekerek doyurmak için her türlü aşırılığı ve saçmalığı transparan yaşamlarda sunarak sağlamaya çalışıyor.
Küçük yaşta şöhret basamaklarını tırmanan kişiler ilerde aynı ilgiyi göremeyince bağımlılıklar, intiharlar geliyor ardından.
 İntihar girişimlerinin büyük bir çoğunluğunda gerçekte kişi ölmek istemez. Orda esas söylemek istediği  "Benim sevgisizliğime çare bulun" dur. O yüzden de intihar edenlerin bir çoğu birilerinin görebileceği alanlarda  eylemini gerçekleştirir veya gerçekten hayatı sonlandıracağı yöntemler yerine başarısız yöntemler kullanır.

Tüm bunlar esasında " SEVGİ İHTİYACIM VAR!!!! " çağrısı

Bunlar yine de yaratıcı alanlar. Diğer bir yan ise dikkat çekmeyi yıkıcılıkla sağlamaya çalışmak. Hırsızlık, tecavüz, cinayet eylemleriyle kişi susuzluk çektiği sevgi duygusunu dikkat çekerek kazanmaya çalışıyor. Özellikle seri katillerin ve suçluların biografileri incelendiğinde daha çok sevgi açlığı içeren bir çocukluk dönemi  geçirdiği görülür.
Etrafınızı gözleyin bir kişi ne kadar öfke dolu, ne kadar acı dolu, ne kadar abartılı eylemlerde bulunuyorsa o kişinin içindeki sevgi açlığının çığlıklarıdır kulağınıza gelen, önünüzde oynanan.

Sevgi açlığı çeken sadece insanlar değil. Aynı zamanda  gezegenimizde sevgi açlığı içinde. Bizlere beslenmek istediğini, zarar görmek istemediğini söylüyor, üzerinde sevgi tohumları yeşertmemiz için bağırıyor. Bizim dikkatimizi çekmek için depremler, fırtınalar, seller oluşturuyor.
"Yardıma ihtiyacım var?"
Diğer dikkat çekmek isteyenler gibi bizlere gösteriyor sevgi açlığını.

Bizler ışığın savaşçılarıyız. Etrafa sevgi tohumlarını serpmek bizim görevimiz. Bu tohumlar zamanı geldiğinde harika çiçeklerini açacaklardır.
Dünyamızın sevgi dolu, yaşanılası bir yer halinde devam etmesini istiyorsak sevgi enerjisiyle beslemeliyiz yerküreyi. Sevgi olan yerde negatif duygular barınamaz.

İnsanlara sevgi dolu ve önemseyerek yaklaşmalıyız. Sevgi  verildiğindeki tatmin duygusunun dikkat çekmek için uygulanan şiddet, korku ve reddetmeden  daha yüksek olduğunu göstermeliyiz.
Çocuklarımıza sevgi ve güven dolu ortamlar sağlamalıyız. Çocuklarımızın özgüvenli, özsaygılı ve kendini seven bireyler olması için gereklli imkanları sunmalıyız.
Sevgiye doymuş birisinde dikkat çekmek ihtiyacı yoktur. Bu ihtiyaç olmayınca da kendi gibi olmadığı eylemlerde bulunmaz. Çünkü o zaten sevgiye aşinadır ve sahiptir.
Çocuklarımız için yetişirken gereken önlemler aldık da erişkinlere ne yapabiliriz ?
Etrafınızla sevgiyi ve ilgiyi paylaşın. Bazen basit bir gülücük mucizeler yaratabilir.
İnsanları gerçekten gönülden dinleyin. Onları özel hissettirin. Elimizdeki sınırsızca verebileceğimiz tek zenginlik sevgi. Bedava ve sonsuz miktarda.
Duygusal yaraların en iyi şifacısı sevgidir.
Tüm ihtiyaçların cevabıdır.
Sevgimizi ihtiyacı olan herkesle paylaşalım. Sevginin büyüdüğünü ve değişimin gerçekleştiğini izleyin.

 ALL WE NEED IS LOVE

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

18 Şubat 2010 Perşembe

BARKOD



Hepimiz formların, sınıfların, tanımların dünyasında yaşıyoruz. İnsanoğlunda herşeyi bir sınıfa koyma, herşeyi bir başkasıyla karşılaştırma, herşeyi etiketleme merakı. Hiçbirşeyi kendi alıştığı dışında görmek istemiyor.
İnsan zihninin bizlere uyguladığı iki ana tuzaktan bahsetmek istiyorum. Bunlar hep bahsettiğimiz şu sol beyin denilen etiketçinin ve yargıcın işleri. Gerçekten sol beynimiz olayı olduğu gibi deneyimlememizi engellemek için her olayı ve şeyi bir kalıba sokmaya, isimlendirmeye veya yargılamaya uğraşır. Çünkü sol beyin için hiçbir şey soyut kalamaz. Herşeyin bir sınıfa ait olması, kalıbı, şekli olmalıdır. Bu yüzden de isimsiz bırakamaz hiçbir şeyi. Elinde bir BARKOD makinası herşeyi etiketler durur.
Halbuki bu durum insan doğasının dışındadır. İnsan doğduğunda evrenle bir olarak hisseder kendisini. Ben yoktur, biz vardır. Çünkü henüz sol beyin aktive olmamıştır. 
Ardından çocukların şu ünlü "Bu nedir?" deme dönemi devreye girer ve insan asla eskisi gibi olamaz. Çünkü artık soyut düşünce yerini somut düşünceye bırakır. Artık herşeyin, her olayın bir sınıflandırmaya, bir isim kalıbına sokulması  dönemi başlar. Kendisiyle bir gördüğü doğaya bakar ve büyük haz alırken işler birden değişir. Hisler forma dönmüştür artık.
Bunun ismi çiçektir, böcektir denildiğinde, yani iş tanımlamayla kirletildiğinde çocuk artık eskisi gibi haz almamaya başlar. Artık kafasında o mucizevi bir şey değil çiçek sınıfından bir canlı haline gelir. Yani onlarca çiçek cinsinden biri.
Bunlar zihnin tuzakları. Sizi birlik duygusundan ayıran, hayatı olduğu gibi deneyimlemenize engel koyan oyunlar.
Bir olay yaşadığınızda  kafanızdaki anlatıcının ağzından seslendirmeye, tanımlamaya  uğraşırken olayın ne olduğu elinizden kaçar gider. Hep zihnimizde bizim dışımızda yaşayan bir yargıç, bir anlatıcı var gibidir. Yürürsünüz, iç sesiniz sürekli etraftaki nesneleri, olayları, havayı, toprağın özelliklerini canlı yayında anlatır size. Hava ne sıcak, şu adam nasıl giyinmiş, bugün  ne kalabalık, bla bla bla. O kadar gevezedir ki bu anlatıcı yargıç siz yürüdüğünüzün farkına bile varamazsınız. Yaptığınız eylem sadece tanımlama uğruna haz alınmaz hale gelir.
Aynı şey insanlar içinde geçerli. Hepimiz birer yargıç gibiyiz. Yaşanılmışlıkları ve kişileri yargılamak en çok sevdiğimiz. Kişileri bağlı bulunduğu topluluklara, ırklarına, mesleklerine, kıyafetlerine, maddi durumlarına, fiziki görünüşlerine bakarak daha tanımaya izin vermeden o kadar çok yargılıyoruz ki. İnsanın içindeki değerli hazineleri görmeden veriyoruz kararlarımızı, yapıştırıyoruz etiketlerimizi.
Tabii ki en büyük yargıç toplum. Toplum kendine uymayanı ayrıksı, içine girmeyeni işe yaramaz sayıyor. Ve acımasızca cezalar veriyor "Vurun Kahpeye" misali.
Yargı frekansıyla yaşadığınızda yaşamın doğallığını bozmuş oluyorsunuz. Artık kendi dışınızdaki herşeyin kafanızda bir kalıbı, bir ismi oluyor. Genelde de bu oluşmuş düşünsel kalıplar o kişi veya o olayı her gördüğünüzde yüzeye çıkmaya başlar ve yeni olanı görmenizi engeller. 
Bir insan düşünün hayatı boyunca bir kez yanlış yapmış olsa da sizin yargı ve etiketleme mekanizmasına mağruz kalırsa hayatı boyu sizin attığınız hapishaneden çıkamaz. Siz eğer önce yargılayıp sonra etiketlerseniz, sizin için o kişinin yeni yönlerini görmeniz imkansızlaşır. Halbuki şunu biliyoruz; hata yapmadan öğrenmek mümkün değil ve hata yapmamak mümkün değil.

"Öğretmen önce öğretir sonra imtihan eder
Hayat önce imtihan eder sonra öğretir."

Eğer bir yolda hata yapmadım diyorsanız, muhtemelen yolu gerektiği gibi yürümemişsinizdir.
Birisi en ufak bir hata yaptığında zihin yargıcı harekete geçiyor. Öyle acımasız ki; sürekli kalemini kırıp, ömür boyu hapse mahkum ediyor. Kişi ne kadar özel birisi bile olsa bu yargı ömür boyu sizin zihninizde duruyor.
Hele birde taşıdığınız önyargılar. Daha bir kişi herhangi bir şey yapmadan sadece sizin zihninizin ürettiği hastalıklı düşünce paternleri yüzünden yargınızı koyuyorsunuz. Daha kendisini size sunamadan önüne set çekiyorsunuz. Yani başlamadan daha bitmeye programlanmış bir ilişki paterni.
 İnsanları yargı filtresinden geçirdiğinizde, artık o insanın gerçek yapısını görme imkanınız kalmaz. Artık o sizin isimlendirdiğiniz gibidir. Ne yazık ki o insanın yapabilme olasılığı olacak başka şeyleri görme hakkınızı kendinizden alırsınız. Hata yapmak hepimiz için
Kişileri yaşam yolunda yaptığı şeyler yüzünden yargılamayın, sadece onları doğal hallerinde deneyimlemeye izin verin kendinize.
Bir önemli konu var ki insan en çok kendini yargılayıcıdır. Kendinize yargılar koyduğunuzda kendiniz olmaktan uzaklaşırsınız. Bu da özünüzü incitir, yabancılaştırır.
Bir şeyi unutmamak lazım evrende herşey sürekli değişim içinde. Sizler bir olayı veya kişiyi bir genelleme kalıbının içine sıkıştırdığınızda artık ondaki kendine özgülüğü ve gelişen değişimleri gözden kaçırmaya başlarsınız. Değişmeler olur, fakat zihninizin gözünüzün önüne koyduğu filtre perdelerinin arkasından bunları farkedemezsiniz. Aslında hayatın kendisini kaçırırsınız.
Olanları isimlendirmeden, etiketlemeden, yargılamadan yani olduğu gibi deneyimlemedikçe, hayatın gerçeğini göremezsiniz.
Bir deneyin sadece yürüyün, sadece dinleyin, sadece için, yiyin. Suyu içerken suyun, yemeği yerken yemeğin , kişiyi dinlerken insanın lezzetinin zevkini çıkarın. Etrafı seyredin, hiçbir tanımlama yapmak zorunda değilsiniz hissettiklerinize. Güzellikleri isimlendirerek sihirlerini bozmayın.
Hissetiklerimizi isimlendirmek zorunda değiliz.Yaptığınız şeyleri sadece yapın.
Adlandırmadan, yargılamadan, sorgulamadan, anlam yüklemeden, etiketlemeden.
Hayatın olmasına direnmeyin, izin verin.
Hayatın akışında herşey zaten mükemmel gidiyor. 

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


16 Şubat 2010 Salı

1+1 = (1+1)


Hayat oyunu ilginç. Ne kadar anlamlar yüklemişiz, ne kadar önemsemişiz yaptıklarımızı, kurduklarımızı, planlarımızı. Hep birşeyler inşa etmek için uğraşmışız, biryerlere ulaşmak için çalışmışız. Dünya realitesinin bir illüzyon olduğunun ilk farkına vardığımda ciddi bir boşluk hissine düşmüştüm.
" Ben ne için bu kadar çalıştım, bu kadar sene okudum ? Madem herşey bir oyun, bu kadar eziyete değer miydi ?
Önüme gelecekle ilgili koyduğum hedefler anlamsız gelmeye başladı. Dünyaya çocuk getirmek saçma ve gereksiz geldi.
" Madem hepimiz zaten bunları biliyorduk, neden tekrar hatırlamaya çalışıyoruz ? "
Ama zannedersem bu çalışmalara giren herkesin bu dönemden geçmesi gerekiyor.
Ardından yaşamın bir deneyim kazanma oyunu olduğunu tekrar anladım. Her insanın yaşam yolunun ne kadar yüce bir amaca hizmet ettiğini farkettiğimde bu çelişkili dönemden çıkıp yaşama daha çok bağlanarak ve yaşamın her anını onurlandırarak tekrar yaşamayı öğrendim. Yeni düsturum:
" Aslolan yaşamak ve yaşamı yüceltmek "

Benim için diğer ilginç bir kazanç, tüm insanların yaşamdaki amacının kendini tamamlamak olduğunu anlamaktı. Evet aslında yaptığımız her eylemde ve her  durumda sadece amaç kendimizi tamamlamak. Bu çerçeveden bir bakmaya çalışın. Örneklersem herhalde ne dediğim daha kolay anlaşılır hale gelecek.
Yolda fakir bir dilenciyle karşılaşıyorsunuz, sizden para dileniyor ve siz cebinizden bir miktar para veriyorsunuz. Bu eyleme baktığınızda yardımsever olan siz, ihtiyacı olan birine para verdi. Ne kadar basit değil mi ?
Yeni çerçeveden baktığınızda olay biraz karışıyor. Bu modelde iki adet itici güç var. Birincisi siz onun kadar fakir olmadığınız için bir tarafınızdaki "Ben daha iyiyim, çok şükür" kalıbıyla Egonuza hizmet ettiniz. Diğer yandan da ben yardım edebiliyorumu görmeye hizmet ettiniz. Biraz karışık geldi değil mi?
Peki aşk konusunu biraz açalım. Birisine karşı duyduğunuz  yüce duygu değil mi bildiğimiz. Hani  kendinizi farklı hissettiğiniz, içinizin içinize sığmadığı. Hani günlerce yemekten, uykudan kesildiğiniz olanından bahsediyorum, hani onsuz kendinizi bir hiç olarak hissettiğiniz.Yeni pencereden bir bakalım isterseniz.
Burada yine iki adet oyun var oynanan. Birincisi seviyor ve sevebiliyorumu kendinize gösteriyorsunuz diğeri de ben eksiğim ve tamamlanmalıyım. Yalnızca o beni tamamlar hissinin getirdiği onsuz olamam oyunu. Yani aslında aşk tek kişilik bir oyun. Siz hissediyorsunuz ve siz kendiniz tamamlanıyorsunuz.
Bu örneklerin onlarcasını sıralayabilirim.
Bütün duyguların ve eylemlerin özüne baktığınızda bu tip beslenmenin esas olduğunu görürsünüz.
Gerçekten kafa karıştırıcı. Elinizde tutunduğunuz ve yüceleştirdiğiniz her eylem SİZE ve SİZİN tamamlanmanıza hizmet eder.
Hasta bir kişiyi gördüğünüzde ilk aklınıza geleni dürüstçe itiraf edin. Tabii ki karşınızdaki kişinin çaresizliği sizi üzüyorken, haylaz bir tarafınız yani EGO'nuz siz o durumda olmadığınız için  sevinç duyar  ve beslenir.
Bu konuyu kimle konuşmaya başlasam bana insan dışıymışım gibi tepki veriyor. Burada aslında bu tip duyguları küçültmüyor, aşağılamıyorum. Gerçekten bu duygular çok yüceltici ve insan olmanın gerekleri. Benim burda vurgulamak istediğim bunları yaptığınızda yapma amacınızın kendinizi tamamlama ihtiyacı olduğunun farkına varmak.
Amacımız hiçbir koşul veya kişi olmadan %100 tam olarak yaşamak. Bu tamlık hissi için hiçbir şeye ihtiyacınızın olmaması.
İşte o zaman yaptığınızı tam anlamıyla yapmış olursunuz. Ardında düşünceler, beklentiler olmadan, çıkarlar olmadan yaparsınız.
Ben tam olursam, ne olacak ? Aşık olmayacak mıyım, yardım edemeyecek miyim ?
Tabii ki hayır. Bunları yaparken TAM olduğunuz için, aşık olduğunuz kişiye serbest yaşama alanı bırakacaksınız, boğmayacaksınız, yıkıcı aşklar yaşamayacaksınız. Eksik kalacağım korkusuyla, sürmeyen ilişkilerin  zorlayıcısı olmayacaksınız.
Kişileri olmasını istediğiniz şekle sokmak için zorlamadan, oldukları gibi deneyimlemeye başlayacaksınız.
Hiçbir şey için o yoksa ben olamam lafı geçmeyecek aklınızdan.
Herkesin kendisi olduğu ve 1+1= (1+1) olduğu bir ilişki oluşacak.
Evlilikler daha yükseltici ve yüceltici olacak. İlişkilerdeki roller eşit ve dengeli olacak. Çünkü bu ideal evlilik yanyana iki TAM kişinin evliliği haline gelecek.
Yardım ettiğinizde bunun ağırlığıyla başkalarını ezmeyeceksiniz. Hiçbir beklenti olmadan ve karşılık beklemeden vereceksiniz.
Sabah kalktığınızda kendinizi dingin ve huzurlu hissedeceksiniz
Kendinizi tam hissetiğinizde dünyada hiç kimse kalmazsa bile yaşamın süreceğini bileceksiniz.
Hiç beklentisiz yaşamanın rahatlığını denediniz mi ?
Biliyorsunuz insanlığın en büyük handikapı, beklenti içinde yaşamak. Hep birilerinin yapmasını beklediğiniz şeyi yapmaması değil mi bir çok kırgınlığın, kavganın nedeni ?
Siz beklentisizliğe geçtiğinizde tüm kavgalar ortadan kalkar. Çünkü artık siz sadece kendi gücünüzle yaşarsınız ve başarmak için başkasından beslenmenize gerek kalmaz. Yani tam bir özgürlük hali. Beklentisiz olduğunuzda başkalarının yaptıkları, bir hediye gibi gelmeye başlar. Artıık onlar siz olmalarını veya yapmalarını istediğiniz için değil kendileri  olarak yapmışlardır.
Kısacası ayakta kalmak için bir kişiye veya bir şeye ihtiyacınız olmayacak. 


Gücünüzü başkasına vermeden yaşayacaksınız.

Sevgiyle kalın.

Erkan Sarıyıldız