31 Mayıs 2010 Pazartesi

SİSTEMLERDEN KAÇIŞ




Kişisel ve ruhani gelişim olayını tanımlamaya çalıştığımda hep söylediğim gibi, soyunma ve tekrar giyinme süreci olarak kafamda şekilleniyor. Çocuklukta sahip olduğunuz saflığın  üzerine, toplum, aile ve sistemlerin şekle sokmak için  size sorulmadan giydirilen kalıpların çıkarılıp, kendi gücünüzün farkındalığıyla yeniden şekillendirilmesi olarak özetleyebilirim. Toplum, kendinden ayrıksı olanı reddedeceği için, tüm fertlerini aynı şablona uydurmaya çalışır. Çünkü kendine uymayan ve farklı olan, standard yapı için bir tehdit unsurudur. Bu yüzden de doğruluğu tamamen izafi olan NORMAL'ler oluşturulur. Bu normallerin temel fonksiyonu her bireyin toplumun kabul ettiği yapının, yani oluşturulan sistemin küçük birer temsilcileri olmalarını sağlamaktır.
 Her toplumun ahlaki değerleri ve yapıları kendilerine özgü. Aslında toplumların normalleri de tamamen izafi. Beni çok etkileyen ilginç bir filmden bahsetmek istiyorum. Filmin adı "Madeinusa (2006)". Peru'da And Dağlarında yaşayan bir toplumsal yapının incelendiği filmdeki gelenek bizim kendi toplumsal yapımıza ne kadar aykırı görünse de o bölgede normal karşılanıyor. Genç kızlar evlenmden önce bekaretlerini kendi babaları bozduktan sonra kocasıyla ilişkiye girebiliyor. Yani ensest ilişki orada normal bir yapı. Biz bulunduğumuz toplumsal yapı içinde yanlış olduğunu söyleme hakkına sahip olduğumuzu zannetsek de onların bulunduğu konumda bu doğru kabul ediliyor. Tam bir ahlaki izafiyet durumu mevcut. Bu söylemlerin ulaşmak istediği nokta, toplum kendi normallerini kendi yapısı ve etkilendiği inanç sistemleriyle belirler. O yüzden tek bir evrensel doğru yok. Bizlerin yapması gereken madem ki evrensel bir doğru yok o zaman kendi kişisel gelişimimiz paralelinde toplumsal kuralları kendi filtremizden geçirip yeniden yapılandırmak.
Spiritüel gelişim içinde çok hassas bir dönemden de bahsetmek istiyorum. Hepimizin dikkat etmesi gereken bir alan bu. Biliyorsunuz evrensel bilinç perdeleri inceldiği için artık etrafınızda o kadar çok spiritüel öğreti ve akım var ki. Toplumsal değer ve kalıplardan kurtulma ve kendini yeniden tanımlama çalışmalarının yoğun uğraşları ardından bir kısım insan, kurulu spiritüel sistemlerin içine balıklama dalmakta. İnsanoğlu korunmuşluk duygusunu bu sefer de bu sistemler içinde tamamlamakta. Yani aslında bu  bir sistemden diğer bir sisteme geçiş.
Bir tarafta eski yapınıza uyan bir sistem diğer tarafta kendi sistemi ve kalıpları olan bir başka sistem. Sonuç olarak değişen bir şey yok. Siz yine bir sistemin içinde yaşamınızı sürdürürsünüz.
Genelde de bu sistemlerin başında karizmatik, iyi hitap yetenekleri olan ve yine gücünüzü kendisine teslim edeceğiniz bazı insanlar yer alır. Bu zorlu yolda giderken daha önce buralardan geçmiş tecrübeli ve size kısa yollar önerebilecek insanlar tabii ki çok önemli. Bu kişilerden yönelim almak tabii ki gerekiyor. Aynı sonuca dolambaçlı yollardan giderek yolda olası çıkmazlara girmek yerine, denenmiş yolları uygulamak paha biçilmez değerde. Benim burada  yanlış olarak gördüğüm, kendi gücünü eline almamak. Hepimizin amacı kendi gücünün farkına varıp gücünü kimseye vermeden eline almaksa, başkasının himayesinde ve yine güçsüz bir yaşamı tercih etmek bana doğru gelmiyor. Bu durumun tehlikesi, hayatın her basamağında kendi doğrularını kendi savaşımlarını vererek kazanmak yerine her an başkasına bağımlı olmayı getiriyor  olması. Zor bir anında o kişiye danışılmadan hiçbir şey yapılamıyor, kendi kararlarından çok o kişinin kararları önem kazanıyor vs.vs.....
Haydi biraz toparlanalım. Hayatımızın her anında kendimizin efendisi olmaktan vazgeçmeyelim. Sistemler içine alır ve sizi sisteme entegre eder. Artık siz olmaktansa sistemin parçası olursunuz. Yani sistem sizi sindirir ve geriye sadece posanız kalır.
Lütfen gücünüzü elinize alın. Herşeyi bizzat kendiniz yapacak ve herşeyi yeniden kuracak güce sahipsiniz.
Hep söylüyorum ve bir daha söylüyorum.

Başkalarının tutsağı olacağınıza, kendinizin efendisi olun.


Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

29 Mayıs 2010 Cumartesi

GİZEMLİ SARMAL




Deoksiribonükleik asit (DNA), genetik yapı taşımız.

Hücrelerimizde DNA, kromozom olarak adlandırılan yapıların içinde yer alır. Hepimizde toplam 46 tane kromozom var. Bu kromozomların yarısını annemizden, yarısını ise babamızdan alıyoruz ve dünyada eşi ve benzeri olmayan sizi oluşturan ilk hücre ortaya çıkıyor. Yani bize ait olan herşey genlerimizde saklı.
DNA'mızı oluşturan 4 ana kimyasal madde Adenin, Timin, Sitozin ve Guanin. Sırasıyla, A, T, C, G harfleriyle gösterirsek, birbirleri ile hangi kural dahilinde birleştiklerini daha iyi anlatabilirim: A her zaman T ile, T her zaman A ile, C her zaman G ile, G her zaman C ile birleşir.

Komik değil mi ? Bu eşsiz SİZ’i oluşturan yapıtaşının şifresi bu kadar sade, ama ortaya çıkan milyonlarca sayısız kombinasyon ise bir o kadar karmaşık ve gizemli….
Gerçekten de DNA tamamiyle eşsizdir. Hiç bir insanın sahip olduğu DNA, bir diğerininki gibi değildir, hatta tek yumurta ikizlerinki bile. Onun sadece küçük bir parçası ikizler içinde teşhis edilebilir ki bu parça % 5' ten azdır.
DNA nın ilk keşfi 1869 yılında olsa da, ilk defa ispat edilmesi 1924 yılında oldu. 1953 yılında ise yapısının çift sarmal olduğu öğrenildi. Yani onun hakkında bilimin verileri hızla artmakta, ama bir o kadar bilinmeyeni olduğunu tahmin ediyorum.
Günümüz tıbbında birçok hastalığın genetik olduğu bilinmektedir. Tabii, sahip olduğumuz DNA, bizlere anne ve babamızdan, anne-babamıza ise onların anne ve babasından aktarıldığını göz önüne alırsak, belki de gezegenimiz üzerindeki bütün kayıtlarımızı da kapsamakta. Biyolojik olarak tüm kayıtlarımızı DNA’mız saklıyor. Peki ya Ruhsal kayıtlara ne demeli ? Acaba bu bilgiler de onun içinde kayıtlı olabilir mi?
Günlük hayatımızda yaşadığımız bütün sorunların, olayların, mutlulukların, üzüntülerin, sevinçlerin, eksikliklerin, yetersizliklerin bizim yaratımımız olduğunu düşünüyorum. Ve bunların nedenlerini dışarıda aradıkça asla çözülemeyeceğine, çözümün her zaman sadece BİZ’de olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla her şey bizden başlayıp yine bizde bitiyor.


Ruhsal farkındalık ile ilgili çalışmalarda ise BİZ’e ait olan tüm kayıtların DNA’mızda olduğunu göz önüne alırsak, içimizde saklı olan bilge ile daha çok iletişim kurmamız gerektiğini düşünüyorum. DNA’nın kimyadan daha fazlası olduğunu, onun aslında bir alan hatta bir geçit olduğu, tüm cevapların yine BİZ de olduğunu düşünmekteyim.


Yani her konuda olduğu gibi yine her şey bizde başlıyor ve bizde bitiyor.


Sevgiyle kalın.


Pınar Sarıyıldız
 
NOT: Blogumuzda yeni bir nefes olarak sevgili hayat eşim Pınar'ın yazısını yayınlıyorum.
 Blogumuza desteğine ve bu değerli yazına çok teşekkür ederim. Bir yazıyla kurtulacağını zannetme. Düzenli yazılarını hepimiz dört gözle bekliyoruz.
Erkan
 
 

28 Mayıs 2010 Cuma

SESSİZ İZLEYİCİ







Ben zihni gürültücü bir anlatıcıya benzetirim. Hani belgesel izlersiniz çok değişik doğa manzaralarına dalarken arkadan sürekli bir anlatıcı sizin manzarayla bütünleşmenizi engeller ya, işte ona.
Dışarı çıkarsınız hava biraz serindir. Zihniniz hemen yoruma başlar.
"Hava çok serinmiş."
Aslında hiçbir şey değişmese de, yani bu yorum olmasa da havanın serin olma gerçekliği sürse de zihin sizi koruma güdüsüyle bu yorumlamasına devam eder.
"Sıcak bir yerlere gitsen ne güzel olur. Üstüne bir şeyler giymelisin...."
Zihin dış dünyanın şartlarını değiştiremiyeceğini bildiği zaman iç dünyanıza göndereceği komutlarla sizi koruduğu yanılsamasını bir korunma mekanizması olarak kullanır.
İnsan zihni hava durumunu, gelişecek olayları kontrol edemiyeceğini gördüğünde güvensiz bir durumda kaldığı için dış dünyadaki kontrol edemiyeceği şeyleri yargılayıp, etiketleyip, kendi kabul edebileceği bir forma sokup kontrol etmeye çalışır.
Böylece biz dışarıdaki nesne veya olayın gerçekliğinden çok, kendi bakış açımızdaki haliyle uğraşırız.
Yani aslında zihin, bizim gerçeklerle başedebilme aracımız olarak çalışan bir emir eri.
Ve biz zavallı zihnimize sürekli emirler vererek ondan çok şey bekleriz.
"Herşeyin yolunda gitmesini istiyorum. Herkesin benden hoşlanmasını ve beni kabullenmesini istiyorum. Kimse benimle tartışmasın. Yaptığım her konuşma doğru şekilde anlaşılsın. Hiç bir şeyin bana zarar vermesini istemiyorum...."
Liste uzar gider. Bizim sevgili hizmetkarımız olan zihin, emirleri yerine getirmek için sürekli uğraşır. Fakat bu kadar yoğun isteğin karşılanması hiç de olası olmadığı için zihnin gevezeliği gittikçe artar, çıkmazlara sürüklenir. Zihnin kaosunda kalan bizler de gerçeklerle başedemediğimizden ötürü içsel çatışmalar yaşamaya başlarız.
Şunu tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor.

SİZ ZİHNİNİZDEKİ DÜŞÜNCELER DEĞİLSİNİZ. SİZ ZİHNİ SESSİZCE SEYREDENSİNİZ.

Yapılması gereken sessiz olmak. Zihni susturmak zorunda değilsiniz. Biliyoruz ki zihni susturmaya çalışmak, Don Kişot'un yeldeğirmenleriyle savaşmak gibidir. Ayrıca siz susturmaya çalıştıkça sesi azalacağına daha da artar. Siz zihin değilsiniz, bu gürültücüyü sessizlik ve huzur içinde gözleyensiniz.
Bu esasın farkındalığına geçtiğinizde yaşam her zaman aynı olsa da yaşamı yorumlamanız tamamen değişir.
Tüm yaşamın sürekli şekil değiştiren bir geçit töreni olduğunu görmeye başlarsınız. En önemlisi de değişen formların hiçbirine bağlanmadan geçip gitmelerine izin vermeyi deneyimlersiniz. İlla ki her olanı kendimize uydurmaya çalışmadan sadece oldukları gibi kabul ederek, herşeyi olduğu gibi.
Bu alana geçip yaşamaya başladığınızda hayatınızdaki herşeyin tam zamanında ve en doğru şekilde oluştuğunu görmeye başlarsınız. Siz ne kadar teslimiyet içinde ve direnmeden yaşarsanız, hayat o kadar nazik ve kolay hale gelir.
Bu dirençsizlik sizi yaşamın akışına uyumlu bir hale getirir. Yaşamın dingin sularında çabasızca akışla bütünleşirsiniz.
Karşımıza çıkan her sorunun kaynağına indiğinizde ve bu sorunlarla yüzleştiğinizde içsel blokajların teker teker ortada kalktığını farkedersiniz.
Korkularınızı ciddiye almayıp üstlerine doğru yürüdüğünüzde, ortadan kaybolduklarını görüyorsunuz.
Yaşama karşı kendinizi kaparken, hayata tüm açıklığınızla karıştığınızı görüyorsunuz.
Spiritüel yaşam hayattan kopuk bir yaşam değil, tam tersi hayatı tam anlamıyla onurlandırararak yaşama şeklidir.

Bu tip yaşama geçtğinizde yaşamla ilgili şablonlar yokolur. Hayatın nasıl olması gerekliliği önemini yitirir ve yaşamın getirdikleri her mucizesiyle  ve coşkuyla karşılanır. Yaşamın müziğiyle muhteşem bir uyumla dansetmeye başlarsınız.
Bu düzlemde artık zihnin dış gerçekliği kontrol etmek için gösterdiği çabalar ortadan kalkar ve zihin, sadece yeni güzellikler yaratmak için kullanılır.
Kendinizin farkındalıklı bir bilinç olduğunuzu ve gücünüzü bilin.
"Ben Ben'im"
Aslında bulunduğunuz alanda korkuya yer yok.
Bu düzlemde problemler yok. Herşey doğallığıyla kendiliğinden çözülüyor.
Bulunduğunuz alanda olan şey sadece sevgi.
Zihin kaosundaki belirsizlik ve korku mu? yoksa saf sevgi mi? kararınızı verin.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

26 Mayıs 2010 Çarşamba

UMRUNUZDA OLSUN






Bir çoğumuz her ne kadar gücümüzü bilsek de tek başımıza bir şeyleri değiştirebileceğimize tam olarak inanamıyoruz. İşte bu yüzden de bir çoğumuz hiçbir şeyi değiştiremiyor.
Kendimizi çok küçük ve çok güçsüz bulduğumuz  fikri, değişimi gerçekleştirmemizi engelliyor.
Ama konuya değişik bir açıdan bakmak istiyorum ki tek sebep bu değil. Aslında insanlar kendilerini çok büyük hissediyorlar.
Çoğu zaman dünyada başka insanların yaşadığını unutuyoruz. Tabii ki sosyal yaşantı içinde kontakt kuruyoruz, görüşüyoruz duyuyoruz, görüyoruz. Fakat bir yandan da etrafımızdaki insanlar sadece "dışarıda birileri" olarak kalıyor.
Daha komiği her insan kendisini evrenin merkezi sanıyor. Kendi büyüklük ve merkezlik yanılsamamızdan çıkıp yaptıklarımızın sonuçlarından diğerlerinin nasıl etkilendiğini çoğu zaman aklımıza bile getiremiyoruz.
Bu illüzyon içinde kendimizi evrenin merkezi görürken kendimizi çok KÜÇÜK??? de gördüğümüz için hiçkimsenin hayatında bir değişiklik yapamıyacağımızı da sanıyoruz. Tam bir paradoksik durum değil mi?
Eğer gerçekten hayatı tam olarak deneyimlemek istiyorsak bu "Büyüğüm-küçüğüm" yanılsamasından çıkmalıyız.
Yaşamı olduğu gibi en doğal haliyle görmeye başlamanın zamanı.
Hepimiz birbirimizle çok derin ve değiştirilemeyecek şekilde bağlıyız. Sizin bir başkasını etkilememe lüksünüz yok.
Yaptığınız her şey aslında herkesi ilgilendiriyor. Aynı zamanda herkesin yaptığı da sizi. Küçük veya büyük demeden her şey. O yüzden gücünüzün ve sorumluluğunuzun farkında olun.
Bu güç ilk başta ürkütücü gelebilir ama aynı zamanda da olasılıkların sonsuz olduğunu görmenin zevki de cabası.
Olanların karşısında, insanoğlunun gelişen kargaşasında ben ne yapabilirim ki dememeliyiz. İnsanlığın hepsinin aslında bir üstbilinçsel bağla bağlı olduğunu unutmayın. Hepinizin bireysel gelişimi, yapacağı sevgi dolu herhangi bir eylem, yaşamındaki seçimleri sadece kendini değil tüm dünyayı değiştiricidir. Dünyayı kurtarmak, savaşları durdurmak, insan hakları ihlallerini yoketmek, açlığı gidermek için yollara dökülüp eylemler yapmanıza gerek yok. Herkes kendi etrafında ışığın yolunu seçip karanlıkları aydınlatırsa, tüm dünya ışığa boğulur. Yaptıklarınızın büyük veya küçük olması önemli değil. Yeter ki yapın.
Tüm insanlığın kurtulması bireyden başlar. Aslında hepimiz  kendimizi birer kişi olarak zannetsek de aslında insanoğlunun ortak bilincinin gücüne sahibiz.
İnsanoğlu kendi yaşamını sürdürebileceği tek yer olan Dünya gezegenini yaşanılmaz hale getirmek için elinden geleni yapıyor olsa da, bu güç herşeyi değiştirmeye yeter.
Kendini bilen ve her yönünü tanıyan, kendini  olduğu gibi kabul eden, seçimlerini sevgi ve ışık yönünde yapan insanların değiştiremiyeceği herhangi bir dünya düzeni yok.
Farkındasınız değil mi ?
Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


24 Mayıs 2010 Pazartesi

YANLIŞ RESİM






Hayatınız eğer siz kabul edebilirseniz fırsatlar ve bollukla dolu.
Buna rağmen bazen dibe vurduğunuzu, hiçbir şeye yetişemediğinizi, herşeyin üstüste darbeler vurduğunu düşündüğünüz anlar karşınıza gelebiliyor.
Yaşam bize bu kadar fırsat, bolluk sunuyorsa neden bizler bu dönemleri deneyimliyoruz?
Bu sırra ulaşmak o kadar zor mu?
Herkes bolluğu isterken neden hayatımıza sokamıyoruz?
Ne kadar çok soru geliyor aklınıza değil mi?
Hele son zamanlarda Secret adlı kitabın yaşamımızın içine ta burnumuzun dibine kadar soktuğu bu bolluk metodları sunan kitaplar furyasında neden hala işsizlik, kaos, açlık en yüksek oranlarda?
Bence bunu açıklamak çok kolay.
Bizler hala gücümüzün farkında değiliz. Gerçekten yüzyıllardır bizlerin zihinlerini o kadar tutsak etmişler ve gücümüzün farkına varmamamız için uğraşmışlar ki, silkinip uyanmak için bile motivasyonumuzu kaybetmişiz. Heyecanlarımız yokolmuş.
 Şu söz çok hoşuma gider:

 "Seneler cildinizde kırışıklıklar oluşturur. Ruhunuzu kırıştıran ise heyecanlarınızı kaybetmenizdir."
Douglas Mc Arthur

Diğer bir açıklama ise hayatın bir oyun olduğunun ve hepimizin çok yetenekli birer sihirbaz olduğumuzun farkında değiliz. Hazırcı zihniyetler halinde yaşamak kolay gelmiş. Kendimiz inanç sitemlerimizi sorgulayacağımıza, karşımızdaki en kolay olanı yani yüzyılların sunduğu kalıpları alıp üstümüze uyup uymadığına bakmadan giyinmişiz.
Hepimiziçdünyamızda ne varsa dışımızda da onu yaratıyoruz.  Birer sihirbaz gibi. Yaşamın farklı bir tanımı "Yaşam iç dünyamızın, dış dünyada deneyimlenmesidir"
Ne yazık ki eğitim sistemimiz, büyüklerimiz, dogmalar bunları bize söylemedi. Bizler kendi çabamızla bu bilgiye ulaştık. Büyük bir kesim de uykularına devam ediyorlar.
Etrafınızdaki herşeyi, yani yaşamınızı düşünceleriniz yaratıyor. Tamam tamam ama,  buradaki en büyük sorun, bizler ne düşündüğümüzün farkında değiliz. Egomuz çeşitli manevralarla gerçeği tam olarak görmemizi engellemeye çalışıyor. Duyguları gerçeğin üstüne bir sis perdesi olarak örtüyor; hem de ulvi bir amaç uğruna: Bizi korumak.
Bizler düşüncelerimizi nasıl kontrol edeceğimiz bilgisine sahip değiliz.
Aslında tüm bu mekanizmanın yöneticisi bilinçaltımız. Yaşantımızdaki her anı, her şeyi kaydedip ileride kullanmak üzere klasörleyip kaldırıyor. Alt benliğiniz sizin için nelerin nasıl olması gerektiği kalıbını oluşturur yani sizin tanımlarınızı içeren bir resim çizer ve dış dünyanız da ona uygun şekle göre oluşur. Kayıtlı resminizin dışına çıkmak için uğraştığınızda önünüze engeller koyarak sizi tekrar o resim haline döndürür. Etrafın elektrikli bir çitle örülü olduğunu düşünün. Siz çitten kaçmaya çalıştıkça çarpılıp tekrar eski alanınıza dönersiniz.
Yani içsel resminizi tekrar oluşturmadan yapacağınız her girişim, geçici bir süre etkiliymiş gibi görünse de bir süre sonra etkisini yitirecektir.
Mesleğinizde başarı istiyorsunuz fakat ne kadar uğraşsanız da istediğiniz yere gelemiyorsunuz diyelim. Büyük ihtimalle oluşmuş içsel resminiz şöyledir.
"Ben yeterince iyi değilim. Eğer ilerlersem  kendime ve aileme yeterli zaman ayıramayacağım. Rahatım bozulacak vs.vs."
Aslında sizin gelişmenizi engelleyen altbenliğinizdeki tanımlanmış  "Yanlış siz" siniz.
Dış dünyanızın değişmesini istiyorsanız önce kendinizi değiştirmekle uğraşmalısınız..
Bunun için neler yapmalıyız?
Zihninizin, düşünce ve duygularınızın hayatınızı nasıl kontrol ettiğinin farkına varmalısınız. Kendi kişisel farkındalığımızı arttırıp gözlemci modunda her türlü mekanizmayı gözden geçirmelisiniz.Yani farkında ve uyanık olmalısınız.
Düşüncelerinizi anlamayı ve izlemeyi öğrenmelisiniz.
Duygularınızın derin analizlerini yapmalısınız. Duyguların ortaya çıkmasındaki temel iticiyi bulup bunun peşinden gitmelisiniz.
Altbenliğinizde oluşmuş "Yanlış sizi" ve bunu korumaya alan mekanizmaları ortadan kaldırıp, yani elektrikli çitleri kırıp  "Yeni size" ulaşabilirsiniz.
Kişinin ve yaşamının değişimi içten dışa olunca başarılıdır.
Tüm bunları yapmaya yetecek sihire sahipsiniz.
Yeter ki isteyin, yeter ki inanın, yeter ki harekete geçin.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


21 Mayıs 2010 Cuma

ŞİFACININ İTİRAFLARI



Sene 1992. Tıp fakültesinden mezun olduğum yıl. Ardından yoğun bir İç Hastalıkları Uzmanlık eğitimi. Kitaplar, imtihanlar, acil nöbetleri, hastabaşı eğitimler, toplantılar, kongreler....... Bizim mesleğimiz o kadar zor , o kadar ilginç, o kadar güzel, yani herşeyi içinde barındıran değişik bir platform.
İlk mezun olduğumda " Tamam işte tüm bilgilere sahibim, yaşamla ölümün efendisiyim." hissine sahiptim. Vereceğim tek bir karar bana güvenerek kendisini emanet eden  muhteşem organizmanın ne olacağını belirliyor duygusu, üstümde yoğun bir baskı yaratıyordu. Acilde kalp kriziyle gelen ve saniyelik verilecek kararlarla yaşam - ölüm sınırında gezen yüzlerce insanla uğraştım. Bu konumda kendinizi "Tanrıcılık" oynayan birisi olarak hissediyorsunuz. Yaşamın da ölümün de kararı size aitmiş gibi.
"Ol dedin mi oluyor, öl dedin mi ölüyor."
Bu anlarda bu tecrübeleri yaşamayan birisi bu duygunun ne kadar farklı bir durum olduğunu anlayamaz.
Seneler geçti. Öncelikle yüksekte gezen ayaklar yere basıyor.Tecrübe denilen birikimsel bilginin ışığında Tanrısal yetki ile İnsani taraflar birbiriyle harmanlanıp olgunluk sürecine giriyorsunuz. Sorumluluklar değişmese de ağırlığı bir miktar azalıyor.
Ben hala mesleğimi çok seviyorum. Mesleğimin en güzel tarafı da o kadar çok insanın yaşamına girme hakkı sunuyor, o kadar değerli, muhteşem kişilerle tanışma imkanı veriyor ki. Herhalde başka herhangi bir meslekte bu imkanı bulamazdım.
İlk mezun olduğum halimle şimdiki mesleki bakış açılarımı karşılaştırdığımda büyük bir değişim geçirdiğimi farkediyorum. Tıp eğitiminin kuralcı, materyal ve deneysel veri dışında gerçek kabul etmeyen ortodoksik yapısıyla yoğrulan ben, zaman geçip de yaşamın kendimce esasına vardığımda gerçeğin sadece bunlar olmadığı ayırdına vardım.
Neler mi değişti?
Bedenin sadece maddesel beden olmadığını ve enerji bedenle beraber bir bütün olarak ele alınması gerektiğini farkettim. Madde bedendeki bütün hastalıkların aslında enerjetik düzlemdeki bozuklukların birer yansıması olduğunu deneyimledim. Yani beden düzeyindeki tam iyileşmenin her düzlemde sağlanarak gerçekleşebileceğini gördüm.
Ve çok şaşırdığım bir bilgidir ki hastaları bizlerin iyileştirmediğini, sadece bizlerin iyileşme için rehberlik yaptığımızı görmekti. Doktor hastasının verileri ışığında tanıyı koyduğunda olası tedavileri sunduğunda iş bitmiyor. Kişinin de iyileşmeye karar vermiş olması gerekli. Çünkü siz ne yaparsanız veya ne ilaç verirseniz verin, eğer hasta iyileşmek istemiyorsa yapacaklarınız sınırlı.
Diğer ilginç bir gözlem, iyileşmenin sizin tıbbi bilginiz veya ustalığınızla değil şifayı sunma şeklinizle de alakalı olarak daha etkin olabileceği gerçeği. Sevgi dolu bir ilişki içinde iyileşme çok daha kolay gerçekleşiyor.
Aynı zamanda aslında tüm hastalıkların şifasını kişi kendi vücudunda taşıyor. Sadece şifalanma yolunu açmayı öğrendiğinizde hastalıklar geldikleri gibi kayboluveriyorlar. Vücut kendi içinde her şeye sahip. Tüm kemoterapotiklerden daha etkin ilaçları dahi üretebiliyor. Yapılacak sadece önce iyileşmeyi her düzeyde istemek ve hastalık yapıcı mekanizmanın ortadan kaldırılmasını sağlamak. Bu dediklerim gerçekten kolay değil . Tam bir transformasyon ve  yüzde yüzüyle savaşmak gerekiyor. Bu bakış açısından gördüğünüz gibi mucize dediğimiz iyileşmelerin altında, kişilerin bu formülü bulmaları yatıyor.
Bir Tıp adamı olarak bu düşünsel verileri içselleştirmek çok kolay olmadı itiraf etmeliyim. Bir tarafta klasik eğitimin kalıpları dururken, diğer tarafta bilimsel ?? verilerle desteklenmeyen yepyeni bir dünya. Bilginin zihninizde oturması için sol beyin yine de bir kanıt istiyor.
Size bilimsel bir çalışma aktarmak istiyorum. Belki ne dediğimi daha iyi anlatmış olurum.
2002 de bizler için çok saygın bir dergide bir çalışma yayınlandı. (New England Journal of Medicine) Baylor Tıp Fakültesinde  çok ciddi diz ağrıları çeken ve hareket etme zorluğu olan insanlarda yapılan bir çalışma bu. Dr.Bruce Moseley bu hastaları özellikle operasyon gereken hasta grubundan seçmiş ve çok güzel bir yorum eklemiş
"Tüm iyi cerrahlar cerrahide Placebo etkisinin olmadığını bilirler."
Çalımadaki hastalar üç gruba ayrılmış. Bir grup hastanın dizini opere edip kıkırdak dokuyu düzeltmiş. İkinci grupta diz eklemini açıp orada hasarı başlatan dokuları çıkarmış. Üçüncü grupta ise  yalancı cerrahi (Plasebo Cerrahi) uygulamış. Yani hastaları uyutup dizlerine diğer hastalarla aynı şekilde kesi uygulayıp hiçbir şey yapmadan tekrar kapatmış. Ameliyat sonrası tüm hastalara aynı reçeteler uygulanmış ve egzersiz programına sokulmuşlar.
Sonucu nasıl beklersiniz? İlk iki gruptaki hastaların iyileşip üçüncü grupta hiçbir değişiklik olmamasını değil mi?
Sonuçlar şok edici olmuş. Cerrahi geçiren grup gerçekten beklenildiği gibi iyileşmiş. Üçüncü grupta da ilk iki gruba eş iyileşme gözlenmiş. Hatta bir örnek vaka, yürüme yardımıyla ayağa kalkabilirken hiçbir operasyon yapılmadan basketbol oynamaya başlamış.
Cerrahın son yorumu daha güzel:
" Benim cerrahi yeteneğim bu hastalarda hiç bir fayda göstermedi. İyileşmeyi sağlayan placebo etkisidir."
Gördüğünüz gibi artık bu tip yayınlar çok ciddi tıp dergilerine kadar girdi.
Yalnız bu dediklerim sakın sizin önemli bir hastalığınız olduğunda "Tıbbı reddedin, ameliyat olmayın" olarak anlaşılmasın. Bu tip örnekler size iyileşmenin tıbbın değil hastanın yapması gereken bir iş olduğu sorumluluğuna geçmenizi sağlıyor.
Bir kişinin yaşamındaki iki tarih kesindir. Diğer herşey değişkendir. Birisi doğum tarihi diğeri ölüm tarihiniz. Dünyaya geldiğiniz anda ikisi de sabit. O yüzden  bir ruhun eğer deneyimini sonlandırma zamanı gelmişse ne yapılırsa yapılsın bunun önüne geçilemez.
Bizlerin sorumluluğu bedenimize en iyi şekilde bakmak. Belirli periodlarda maddesel bedenimizin sağlığını kontrol ettirmeliyiz. Diğer bir sorumluluğumuzsa madde beden dışındaki enerji bedenimizde oluşabilecek tıkanıklıkları, çalışma bozuklukları ve dengelerini düzeltmek. Hastalıkların oluşma sorumluluğu bizlerin.
Hastalık oluşturucu düşünce paternlerini bir kenara kaldırmanın tam zamanı. (Bedeninizi Sevin adlı yazımda ayrıntılı olarak bu konu üstüne konuşmuştum.)
İnsanoğlunun muhteşem organizması ve bir o kadar hatta daha da muhteşem enerjetik yapısıyla toplamcı (holistik) olarak ele alınmasının zamanı geldi de geçiyor.
Ama en önemlisi de şifanın şifacıdan değil sizlerden geldiğini unutmamak.
Sevgi en iyi şifacıdır.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

20 Mayıs 2010 Perşembe

ENERJİ OYUNLARI



Evrende herşey enerjidir.
Etrafınızda gördüğünüz herşey, kendine özgü frekansta titreşimsel enerji yayar. Deneyimlediğimiz her şey, düşüncelerimiz, başkalarıyla ilişkilerimiz, sözlerimiz, sosyal yaşantı içindeki herşey bir titreşim yayar. Bedenimiz bu enerjisel titreşimlere çok hassastır. Tüm bu titreşimleri algılar ve etkilenir.
İnsanoğlu dünyasal olarak beş duyusunun algıladığıyla sınırlı olsa da, bazılarımızın  daha gelişmiş olarak yardımcısı olan altıncı hissi unutmamalıyız.
Bir odaya girersiniz ve huzursuz olursunuz. Oda boştur ve hiçbir hareket yoktur, fakat siz hissetiğiniz huzursuzluğunuza anlam veremezsiniz.
Bir kişi kapıdan girer ve o kişiye karşı çok sıcak duygular beslersiniz. 
Arkanız dönük olsa da sessiz olarak yaklaşan birini farkedersiniz.
İşte daha bir çok sayabileceğim bu oluşların sebebi yayılan titreşimsel enerjinin altıncı hissinizce algılanmasıdır. Beş duyunuzun hissedemiyeceği enerji frekanslarını altıncı hissiniz size tercüme eder.
Hepimiz yaşamımız içinde enerji dalgalanmaları yaşarız. Bir telefon görüşmesi yaparsınız.Telefonu kapattıktan sonra kendinizi farklı hissedersiniz. Telefon görüşmesi yaptığınız kişinin ve ya söylediklerinin etkisiyle enerjiniz artabilir veya dibe vurabilir.
Bazen de bir kişiyle konuşursunuz ve ayrıldığınızda tüm enerjinizin sıfırlandığını hissedersiniz.
Tüm bu örneklemelerden şunu çıkarmalıyız:
Hepimiz çevremizle enerjisel bir iletişim içindeyiz ve etrafımızdaki herşeyden etkilenebiliriz.
Size bugün enerji düzeyinizi değiştirmeyle ilgili bir egzersiz anlatacağım. 

Kendini altına çevirme egzersizi
Bu egzersizin amacı enerjinizi yükseltmek.
Her uygulamada olduğu gibi önce yapacağınız şeyle ilgili kesin niyette bulunmalısınız.
Rahat bir şekilde oturun ve gözlerinizi kapatın
Derin nefes alın ve kendinize odaklanın
Kendinize altın renginin, en yüksek hayrınızın enerjisinin rengi olduğunu söyleyin.
Ardından vücudunuzdaki tek bir hücrenin veya bir bölgenin altın haline döndüğünü görselleyin (Ben başparmağımdan başlarım).
Altın renginin bu bölgeden yayılarak tüm vücudu kapladığını düşünün.
En sonunda bedeninizi, altına dönüşmüş olarak düşünün.
Bu tip egzersizlerin en büyük handikaplarının başında kendini zorlamak ve sorgulamak gelir. Elinizden gelenin en iyisini yapın sadece, sakın zorlamayın.
Bu ufak enerji oyunlarıyla enerjinizi daha yüksek seviyelere çıkarabilirsiniz.
Bence denemeye değer.
Bu tip çalışmalara alışık olmayanlar için sadece düşünerek enerjiyi yükseltmek saçma gelebilir. Fakat şunu unutmayın.
Enerji düzleminde herşeyin lokomotifi, sizin düşüncelerinizdir.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

15 Mayıs 2010 Cumartesi

SİYAH BEYAZ FİLM




Sevgiye zararın en büyüğünü ne veriyor biliyor musunuz?
Beklenti
Beklenti ne demek?
Karşımızdakinin bizim mutlu olarak yaşamamız için yapması gerektiğine inandığımız şeyler.
Yani  aslında karşımızdakini bizim istediğimiz yola sokma çabası.
 Beklentili olduğumuzda, karşımızdakini bizim şablonlarımız ışığında  acımasızca değerlendiriyoruz.
Yani karşımızdakini bir tanımlama kalıbına sokmaya çalışıyoruz.
Yani aslında onun kendi öz yapısını yargılıyoruz.
Yani ben en doğru, o yanlış diyoruz.
Yani karşımızdakini yaşayamıyoruz.
Aynı şeyi sadece başkasına da uygulamıyoruz. Kendimize de kalıplar dünyasında biçtiğimiz ölçütlerin dışına çıkma hakkını vermiyoruz.
"Ben nasıl böyle yaparım? Bu bana yakışmaz" diyerek.
Bir düşünün bakalım ilişkilerinizde karşınızdakinin ne kadarını özgün haliyle kabul ediyoruz?
Genelde ilişki paternlerinde diğer kişiye aslında kendi içsel ilişki kalıplarımızın gerek gördüğü şeylerin tutsaklığında izin veriyoruz.
Peki biz niye severiz veya başkalarını hayatımıza sokarız?
Kişileri kendi "olması gerekli" kurallarımız içinde konu mankeni olarak kullanmak için mi, yoksa onları orijinal yapıları içinde, tüm hediyeleriyle  yaşamak için mi?
İlişkilerde beklentilerinizi ve "olmalı" dediklerinizi bıraktığınızda, öyle özgür bir alana ulaşırsınız ki herkes daha çok kendi, herkes daha çok doğal halinde olur.
Sevgi her zaman anlamayı tanımlamayı gerektirmez. Sevgi sunmak için karşımızdaki her neyse veya kimse onu anlamak zorunda değiliz. Sevgi özgür bir akıştır.

"Spiritüel gelişme, acı çektiğinizde, kızdığınızda, gergin olduğunuzda, nefret duyduğunuzda, yanlış anlaşıldığınızda dahi sevgi sunabilme kapasitesidir."
David Deida

Evrenin temel tınısı sevgidir. Bizde koşulsuz sevgiyi ve sevgiyi sunabilmeyi deneyimlemek için buradayız. Karşımızdakiler bizim iç örgülerimizin sunduğu kalıba girmek zorunda değil. Biz başkalarını kendimiz gibi olmaya, doğal hallerinde değil bizim istediğimiz gibi olsun diye değiştirmeye çalışmamalıyız.
İlişkideki gerçek yücelme, herkesin en yapmacıksız olduğu an başlıyor. İşin zevki de ondan sonra gelişiyor. Yoksa zaten önceden bizim koyduğumuz kurallar ve yapının öngörülebilirliği içindeki ilişki, rutin kıskacına takılır ve yaşamımız siyah beyaz bir film halinde geçer
Her insanın doğal yapısının korunduğu renkli bir film halinde hayatın geçmesini istiyorsak, herkesi ve hayatı beklentisiz ve olduğu gibi deneyimleyebilmeyi öğrenmeliyiz.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


13 Mayıs 2010 Perşembe

CARPE DİEM (Günü yakala)


"Yaşlandığınızda pişmanlık duyduğunuz şeyler, sadece yapmamış olduklarınız olacak."
Zachary Scott

Bugün nedense çok eski bir film aklıma geldi. Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği). Bu filmi seyrettiğimde o çok genç yaşlarımın verdiği çılgınlıkla tam anlayamadığım bir deyim: Carpe Diem (Günü yakala).
Bir öğretmen gelir okula ve çok farklıdır. Öğrencilere aşıladığı temel düşünce "Yaşadığınız günün her imkanını ve her dakikasını değerlendirin. Çünkü gerçek olan sadece şu andır."

Günü yakalamak, yaşamın sunduğu şeyleri sonuna kadar deneyimlemek fikri ne kadar heyecan veriyor değil mi?
Dünya deneyimimizin temel gereği öncelikle yaşamı onurlandırma ve yaşamı tam anlamıyla deneyimlemek. Hayatın tüm sırrı şu anda saklı ve bu sırrı ancak tam anlamıyla yaşayarak çözebiliriz.
Çevreme ve kendime baktığımda ise en çok dikkatimi çeken hep yaşamaya hazırız ama yaşamıyoruz? Hep bir sonraya öteleme, hep bir beklenti, sürekli bir şart koşma hali. Şu olursa, bu gelirse yapılacaklar listesi. Aslında hayata başlamak için hazırlığa gerek yok ki, neyi bekliyoruz. Benim görüşüm yaşayamamızın en önemli sebebi başlama korkusu. Yaşam şimdi var. Ne yaşlanınca, ne emekli olunca, ne evlenince, ne yaz gelsin kış gelsinler...... hepsi aslında erteleme bahaneleri.
"Bugün yapmayayım, ama söz yarın yapacağım" dediğinizde yarın zamanınız olmayacak. Hayatınızda önemli gördüğünüz ve hep yapmayı ertelediğiniz herşeyi bugünden yapmanızı ne engelliyor?
Tabii ki kendi korkularınız.
"Benim şu anda buna ayıracak zamanım yok"
En çok sunduğunuz bahane. Şunu unutmayın asla yeterli zamanınız olmayacak. Zaman istiyorsanız yaratacaksınız.
"Bu yoğunlukta ben nasıl zaman yaratacağım?"
Aslında zaman her şey için yeterli, sadece bizler bu zamanı doğru kullanmıyoruz. Önceliklerinizi belirleyip ona göre zamanı yöneterek istediğiniz herşey yapacak zamanı yaratabilirsiniz. Buna en büyük engel sadece sizsiniz.
Gününüzün zaman skalasını gözünüzden geçirin. Harcadığınız zaman ve sizin için önemlilik sıralamaları eş mi? Eğer bu iki liste arasında uyumsuzluk varsa demek ki zamanımızı iyi yönetemiyoruz. Tekrar gözden geçirin ve önemli olana "Evet" önemsiz olana "Hayır" demeyi  öğrenin.
Yaptığınız her şeyi %100 ünüzle yapın . Elinizden gelenin en iyisiyle, savsaklamadan.
Bir şeyle uğraşırken yaptığınız anda olun ve neyi nerede yapıyorsanız tamamınızla orada bulunun.
Sevdiğiniz kişilerle olun ve onlara hislerinizi sunmaktan çekinmeyin. Özellikle  büyüklerinizle iken onlara olan tüm duygularınızı açık seçik ifade edin. O kişiyi kaybettiğinizde, söylenmemiş sözler, sırtınızda tonlarca yük oluşturur ve yürümeniz zorlaşır.
İkili ilişkilerde her zaman ilk adımı atan siz olun ve bir şey verdiğinizde sadece verin. Karşılık beklemeden ve koşulsuz. Sevgi istiyorsanız sevgi verin. Güven istiyorsanız güven verin ve güvenilir olun.
Kaçırılmış fırsatlardan daha hüzün verici bir şey yoktur. Bir fırsat karşınıza çıktığında korkularınızı yenin ve cesur olun. Çünkü biliyorsunuz "Evren hareketi alkışlar". Başarılamamış bir iş, kaçırılmış bir fırsattan daha iyidir. En azından denemişsinizdir.
Yaşamda ne yapıyorsanız kendiniz olarak yapın. Maskesiz ve çıplak olarak. Çünkü yaşam sizin deneyiminiz için var. Siz olarak yaşayın. Attığınız her adımda orijinal imzanızla ilerleyin.
Asla hayal kurmaktan çekinmeyin ve hayalinizi yaşayın.Hem de şimdi.
Yaşam önümüzde sonsuz olasılıklarıyla dururken her anın kıymetini bilerek, yaşıyormuş gibi değil, yüzde yüzüyle yaşayın. Hayatı ötelemeyin. Hep gelecekte olacak hedeflerin peşinde günün değerini bilemeden zamanınızı tüketmeyin.
Hayatta ulaştığınız hedeften çok, buna ulaşmak için geçtiğiniz yol önemlidir.

"Biz zamanı boşa harcayamayız. Boşa harcadığımız şey sadece kendimiz."
George M. Adams

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


11 Mayıs 2010 Salı

DOST MU? DÜŞMAN MI?



Herşeyin mutlak sevgi olduğu bir alanda olduğunuzu düşünün. Herşey bütünün içinde, sakin, huzurlu ve harika. Öyle ki sakinlik denizinde yüzüyormuşçasına, hiçbir sorun çıkmamacasına. Ne güzel bir ortam değil mi?
Peki sizce bu ortamın değerini anlayabilir misiniz? Karşıtlıklar olmadan bu güzelliklerin ve elinizdeki bu harikalığın kıymeti bilinebilir mi veya harika olduğunu anlayabilir misiniz?
Yaratıcı da kendi bütünselliğinin her tarafını, tüm özelliklerini her açıdan deneyimleyebilmek için sonsuz sayıda parçasını evrene dağıtma kararı aldı  ve bizler bu büyük deneyin içine dahil olduk.
Kendimiz olmaktan vazgeçemiyeceğimize göre unutmak en doğrusuydu. Bunun içinde egolarımız yaratıldı. Böylece bizler kendi karşıtlıklarımızı deneyimleyip gerçekte ne olduğumuzu anlayabilecektik.
O yüzden iyi ki egolarımız var. Hep düşman gözüyle bakılan ve gelişmenin önünde büyük bir engel olarak görülen egolarımız aslında bizlerin kendimizi tanıyabilmemiz için varlar.

Ego sizin olmadığınız bir halinizde olmanız için illüzyon oluşturur ve siz karşıtlıkların içinde kendi gerçek halinizi bulursunuz.
Zamanı deneyimlersiniz ki herşeyin anda olduğunun değerini bilesiniz .
Dualiteyi yaşarsınız ki nondualitenin değerini bilesiniz .
Egonuz sizi kendi özünüzden uzaklaştırır ki kendinizle tam bütünleşik olmanın kıymetini bilesiniz .
Ego korkuları tümüyle deneyimletir ki siz mutlak sevginin kıymetini bilesiniz.

Siz aslında mükemmel ve aydınlanmış varlıklarsınız. Fakat zihniniz herşeyin tepesinde oturmuş yaratılmış ilüzyonun gerçek olduğuna sizi inandırmaya çalışıyor.
Ego iyi ki var ki bizler kendi varlığımızı onurlandırabilelim.
Yaşam oyunu içinde gelişen olaylar karşısında her zaman ego bizi korumaya, tutmaya, değişimi engellemeye çalışan taraftadır. Kendisini bizim koruyucumuz olarak gördüğü ve illüzyonu sürdürme sorumluluğunu üstlendiği için spiritüel ve kişisel gelişimde ilk bakışta düşmanımızmış gibi görünür. Kişinin alıştığı dünya insanı düzleminden yani ilüzyonun içinden gerçekliğe geçişinde ego onlarca oyunlar oynayarak oyunu sürdürmemiz için bizi ortaya çeker.
Bizler egomuzun sesini ve oyunlarını olduğu zaman  tanıyıp oyunun bize katkısını içselleştirdiğimizde kendi doğamıza o kadar yakınlaşırız.
Ego bizim hayatı her yönüyle deneyimlememiz için var. Fakat an gelip kendinizi hazır hissettiğinizde basitçe  oynamaktan sıkıldığınız oyuncağınızı kenara kaldırdığınız gibi egonuzu da kenara koyabilirsiniz.
Sevgili Ego'm seni çok seviyorum, iyi ki varsın ve yaşamın her boyutunu deneyimlemem için ortam oluşturuyorsun.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız


10 Mayıs 2010 Pazartesi

KIRMIZI HALI



Hiç başınıza geliyor mu?
Evdesiniz, bir şarkı aklınıza takılıyor, arabaya iniyorsunuz  aynı şarkı radyoda çalıyor.
Aklınızdan birisi geçiyor, o gün uzun süredir görüşmemiş olduğunuz o kişi size telefon açıyor.
Bir sorununuz var veya bir yere ulaşmaya çalışıyorsunuz, o gün birisi gelip size sorunun çözümünden veya o yerden bahsediyor.
Bir kitap okuyorsunuz orada değişik bir kelime görüyorsunuz, anlamını öğrendiğinizde bir bakıyorsunuz ki gün boyu o kelime karşınıza çıkıyor.
Bunlara tesadüf mü diyorsunuz?
Aslında hiçbir şeyin tesadüf olmadığını artık biliyoruz eminim. Tüm bunlar senkronisite( eşzamanlılık)  veya anlamlı tesadüf örnekleri.
Bir kısmınız "Herşeye bir anlam yüklemek zorunda mısınız. Tesadüf olamaz mı?
Artık buna da spiritüel bir anlam yüklemeyin" diyebilir.

*Yaşadığınız hiçbir şey tesadüfi değildir.
*Senkronisite gittikçe daha da artarak karşınıza çıkacak
*Önemli başka bir açıklama da bunları belki de siz yaratıyorsunuz. Geçirdiğimiz çok önemli süreçlerin en yoğun olduğu şu zaman diliminde yaratım gücünüz o kadar arttı ki. Belki de siz zihninizden geçirdiğiniz için düşünceleriniz maddeleşiyor.

Eşzamanlılık size iç dünyanızın dış dünya ile ne kadar uyumlu çalıştığını gösteren bir durumdur.
Evrenin size herşeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu gösterme yoludur.
Eşzamanlılık size yaratım gücünüzü ve her an yaratımınızın arttığını ispatlar. Zihninizden geçen bir şeyin maddeleşmesi önce şaşırtsa da ardından bunu bir yaşam kolaylaştırıcı araç olarak kullanabileceğini bilmek çok keyifli.
Kişi spiritüel olarak geliştikçe içsel komutlarla hayatını şekillendirebilir. Herşey sizin önünüze imkanlar sunmaya başlar. Kendinizi flaşlar patlarken kırmızı halıda yürüyormuş gibi hissedersiniz. Önünüzde trafik açılır, sorununuzun çözümleri ayağınıza gelir, sizin hayatınızı kolaylaştıracak tesadüfler? sürekli olmaya başlar.
Bir şey daha çok dikkat çekicidir ki, siz bu eşzamanlılıkları farkettikçe olma sıklığı daha da artar.
"Herşey bu kadar basit mi? Peki neden bu aracı kullanmayı bilenler tüm imkanlara sahip değil?"
Yaratım gücünün devrede olması için önce basamaklarını gözden geçirelim
*İstemek
*Cevap
*Kabul etmek.
Evrene bir soru sorduğunuzda veya birşey istediğinizde mutlaka cevap gelir. İşin burası kesin.
Bundan sonrası ise evrenin size gönderdiği cevabı duyabiliyor muyuz? onu sorgulamalı. Cevap her çeşitte karşınıza gelebilir. Farkındalığınız yükseldikçe ve gözünüzü açık tuttukça cevabı görebilrisiniz..
Diğer bir sorun da evrenin size sunacağı şeyi almaya hazır mısınız?
Sizin içsel enerji düğümleriniz ve kalıplarınız bu lütfu almanızı engelliyor olabilir. Bizler gelecek olana yer açabilirsek, o şey hayatımıza girebilir. Hep şu örnek verilir kıyıda deniz suyuna sahip olmak için, içine koyacağınız kabın büyüklüğü önemlidir. Sizin kabınız ne kadar boş ve büyükse o kadarını alabilirsiniz.
Yani işin özeti yaratım için önce kendimizi çalışmalı ve gücümüzün farkında olmalıyız. Sonra gerisi kendiliğinden halloluyor.
Bu arada yaratım gücünden bahsedince zihninizden herhangi bir şey geçirdiğinizde olma olasılığı, düşüncelerinizden de sorumluluk doğurur. İşin bir de bu yanını unutmayın. Yokluk bilinci içinde yaşıyorsanız aynı zamanda sizin için kötü olabilecek şeyleri de yaratabilirsiniz. O yüzden ne düşündüğünüzü de yakından gözleyin.
Neden daha iyi bir hayata sahip olmayasınız ki?
 Evrenin imkanları sizin kullanmanız için bekliyor.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarııyıldız


7 Mayıs 2010 Cuma

AK SAKALLI DEDE



Çocukluğumuzda bizlere ermiş insan masalları anlatılırdı; hatırlarsınız. Hepimizin zihninde bir ak sakallı dede, dediği her lafta bir ders olan, her zaman doğruyu gösteren, haksızlığa bile sevgiyle yaklaşan pamuk gibi insanlar resimlenmiş. Bu insanlar genelde beyaz gösterişsiz bezlerden yapılmış kıyafetler giyerler, yaşamın içine pek girmezler, sadece ihtiyaç halinde belirirler, hırsları yoktur.......
Bu ak sakallı dede miti ile büyüyen bizlerin de spiritüel gelişmiş insan denildiğinde ilk aklımıza gelen resim bu. Öyle olduğunu söyleyen bir insanla karşılaştığımızda hemen zihnimizdeki yargıç kişiyi yakın takibe alıp, nerede hata yaptığını, nerede  normal??  insanlar gibi hareket ettiğini belirlemeye uğraşırız. Hatta en ufak bir kızgınlığında veya aşırılığında söylenen ilk laf:
"Aydınlanma yolundaki insanım diyor ama hayat içinde biz bu yönünü göremiyoruz."
Şunu unutmamalıyız ki spiritüalite bir formasyona girme değil, formasyonlardan, etiketlerden, yargılardan soyunma yoludur.
Kişinin kendisi olmak için verdiği uğraştır.
Aslında aynı soru işaretleri bu yola baş koymuş insanlarda da var. İlk aşamalarda kendini gözlemci modunda yaşarken hep kendimizi aşırı sorgularız. Daha önceki halimizle yaşamın içinde gelişen olaylarda verdiğimiz tepkilerin devam etmesi "Acaba ben yolumdan sapıyor muyum ? "sorgulamalarını başlatır.
Bir süre sonra farkederiz ki aslında esas olan her yönüyle insan olmak.
"Ben iyi bir insan olmalıyım." baskısı yoğun hissedilir üzerimizde. Aslında spiritualitenin varmak istediği yer iyi insan olmak değil. Amaç sizin aşırı şefkatli, yoğun sevgi dolu bir insan olmanız değil. Fakat zaten süreç tamamlanıp gerçek kendinize ulaştığınızda, gerçekten sevgi dolu ve şefkat duyguları eşlik eden birisi oluyorsunuz ama bu amaç değil, sonuç. Bu değişim aslında derinlerde gelişen kendini bütünlemenin yüzeyel sonucu.
Şunu bilmeliyiz ki biz ne iyi ne de kötü kişileriz. Oluşturulmuş normlar sizi iyi veya kötü diye belirlediği için siz öyle olmuyorsunuz. Gerçek siz, dualitenin üstündedir. Kutuplar yoktur, birlik vardır.

Hepimiz içimizde karanlık bir potansiyel taşıyoruz. Katil, tecavüzcü, hırsız ...... (Kabul edilebilir gelmiyor değil mi ?)
Aynı zamanda hepimiz, içimizde aydınlık bir potansiyel de taşıyoruz. Sevgi dolu, iyilik sever, iyileştirici ( Bu daha kolay kabul edilebilir geliyor, hadi dürüst olalım.)
Biz hepsiyiz. Her iki yönümüzü kullanma potansiyelimiz ve hakkımız var.

"İyi insan olma " peşinde yaşamak, sadece hikayenin yarısını yaşamaktır. Siz iyisiniz ve kötüsünüz. Karanlıksınız, aydınlıksınız.
Zaman zaman bastırmaya çalışıp görmezden geldiğiniz karanlık tarafınız yüzeye çıktığında, bu benim değil diyemezsiniz. Hepsi sizin bir parçanız. Siz, sadece bu deneyimleri izleyensiniz.
Siz her yönünüzü kabul ettiğinizde korktuğunuz tarafınız yüzeye çıktığında korkmadan bu yönünüzü aydınlık hale getirebilirsiniz. Bu sizin aydınlığınızı daha da parlatır.
Tüm bu süreçler kendini kabul etme sürecidir. Kaçmadan tüm çıplaklığıyla kendini izleyebilme halidir.
Siz kendinizi her yönünüzle kabul ederseniz karşınıza çıkan herkesin de her yönünü kabul edersiniz. Kişileri olduğu gibi deneyimlemeye başlarsınız. Başkalarını değiştirmeye çalışmadan sadece ne iseler onu yaşarsınız ve sevginiz oluk oluk akmaya başlar, hem de koşulsuzca.
İnsanoğlunun kendi olması ve kendini yaşaması toplumsal yapı için bir tehdit unsuru olabileceği için çeşitli iyi-kötü kıstasları belirlenmiş. Amaç, kişinin kendisi olduğundaki gücünden, toplumu korumak. Dinlerin bazıları insanın doğduğu anda günahkar doğduklarını kabul etmiş. Düşünceye göre insanın orijinal günahla doğup ardından yaptığı iyi davranışlar neticesi ardından anca cennete kabul edilebileceği dikte edilmiş. Bizler bile çocuklarımıza "Cici çocuk ol, bak bu kaka çocuk" tiplemelerini öğretiyoruz. Toplumsal her olayda hatta reklamlarda bile iyi insan tiplemeleri gözümüze sokuluyor (Ürünlerimizi kullanırsanız ideal bir insan olursunuz). Bir çok kişisel gelişim çalışmalarında  nasıl daha iyi insan olabiliriz başlıklı seminerler, yazılar, konuşmalar sunuluyor.
Aslında tüm bunlar insanı şablonların içine hapsetme oyunları.

Şunu söylemek istiyorum
Amaç "İYİ İNSAN" olmak değil.
Amaç tüm bu tanımlamaların ötesinde,  kişinin her yönüyle KENDİSİ olması.

Diğer büyük korku, ortaya çıkacak olandan korkmak. Belki de alttaki gerçek biz, karanlık taraflarımızı ortaya çıkarmayı tercih edecek. Korku, siz olmayı engelleyen en büyük engel. Ne taşıyorsanız o sizin parçanız ve ne oluyorsanız, o sizin seçiminiz. Her zaman ışığı veya karanlığı seçme hakkı sizin elinizde.

"İyi insan " gibi görünmek uğruna bir yalan yaşamak yerine, gerçek siz olmaya hazır mısınız?
Üstünüze giydiğiniz veya giydirilmiş tüm tanımlamaları bir kenara atıp bilinmeyene gitmeye hazır mısınız?
Sadece oturup, planlamadan, düzeltmeden ne iseniz o olmaya hazır mısınız?

Sadece siz olmaya hazır mısınız?

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

6 Mayıs 2010 Perşembe

LIFE IS LIFE (Hayat hayattır)


Yaşam dediğimde aklınızdan neler geçiyor?
Sizin yaşam tanımınız ne?
Bir tanımlama düşündünüz mü, yoksa geldim gidiyorum havasında mıyız?
Bu konuda yaptığım sohbetlerde en çok karşılaştığım yaşam tanımı:
"Doğum ölüm arasında, bir şeyler öğrenmek için geldiğimiz, hedefler ve gerçekleşmeleri üzerine kurulu doğrusal bir süreç " olarak  şekilleniyor.
Şu an ki insani zihinsel gelişim süreci içinde en popüler tanım bu. Çünkü insan zihni, sebep sonuç üzerine programlı. Herşeyin bir nedeni ve sonucu olmalı. Zaman tanımımız da buna paralel olarak doğrusal (lineer) yani dün-bugün-yarın çizgisi içinde ilerlediği şekliyle belirlenmiş.
O yüzden zihinler geleceğe programlı, o yüzden anın değerini bilemiyoruz, o yüzden sürekli hayatta neden-sonuç hapsinde geçiriyoruz günlerimizi. Hep daha iyiye, akşama, sabaha, yarına, yeni yıla ulaşma telaşı içinde yitirilen anlarımızın ardından bakakalıyoruz.
Yaşamın amacının bir eğitim süreci olduğu düşüncesi bizlere daha çocukluktan itibaren kodlanmış. Özgür düşünce üretimi yerine, varolmuş düşünce kalıplarını nasıl içselleştirdiğimizle toplumsal rollerimiz belirlenmiş.
Artık zihinlerde devrimin zamanı geldi.

Zaman bir yanılsamadır.

Hayat bir okul değildir.

Hayat öğrenilmesi gereken derslerin öğrenilip, ardından daha üst bir varoluşsal seviyeye çıktığımız bir okul değil. Gidilecek bir yer, ulaşılacak bir hedef, girilecek bir cennet, öğrenilecek dersler yok. Cennete girme telaşını bırakın, herşey şu anda ve zaten içindesiniz.

Siz sonsuzsunuz. Siz sevgisiniz. Siz neşesiniz. Siz Tanrısal öz içeriyorsunuz.

Sadece, kendini deneyimlemek var.
Kendin olmak, kendini gözlemek, kendinden keyif almak, kendini daha çok tanımak var.
Tabii ki gelişim sonucu daha farkındalığı olan, sevgi yüklenmiş, titreşimi artmış bir hale geliyoruz ama aslında olan şey gerçekte olduğumuz öze uyumlu yaşamak yani doğal halimizi hatırlamak. Siz unuttuğunuz  özelliklerinizi yeniden hatırlıyorsunuz ve kendiniz oluyorsunuz. Bunları yaparak sizin taşımadığınız bir özellik eklemiyorsunuz varlığınıza.

Bizler kendimizin farkındalığına varan bilinçleriz, unuttuğu ilahi yanlarını hatırlayarak özündeki coşkuya ve sevgiye dönmeye çalışan ilahi varlıklarız.

Hayatın amacı bir şeyleri başarmak veya başarmamak değil. Buradayız ve tek amacımız kendimizi deneyimlemek.
Hepsi bu. Yaptığımız her şey, karşımıza çıkan herkes, yaşadığımız her deneyim sadece kendimizi deneyimlemek için var.
Hayatta testler yok, bu deneme gibi gelişen süreçler sadece sizin kendinizin farklı yönlerinizi deneyimlemek için oluşmuş fırsatlardır.
Sizler yaşam deneyiminizde kendinize yeni bir şey katmıyorsunuz. Sizler herşeye zaten sahipsiniz. Kendinizin esas haline uyanmaya ve gerçekte olduğunuz halinizi hatırlamaya çalışıyorsunuz.
Hayatta varılacak bir hedef de yok. Bir yarışın sonundaki alana ulaşmaya çalışmıyoruz. Amacımız sadece yarıştan zevk alabilmek.
Her an, şimdiler içinde kendimizin olabilecek her yönünü deneyimlemeye uğraşıyoruz. Kendi özelliklerimizi fiziksel hale getirerek deneyim üretiyoruz. Buradan aldığımız deneyimsel kazanımları Tanrısal birliğe ekliyoruz. Bu deneyimin parçası olduğumuz için Tanrı'ya şükürler olsun.
Hep söylüyorum yine söyleyeceğim.
Hayatın amacı yaşamak. Varılacak yer yok, sadece yaşama süreci var.
Yaşadığınız her andan zevk alın, çünkü hakkediyorsunuz.

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız

4 Mayıs 2010 Salı

MÜMKÜN MÜ?


Ne güzel bir gün.
Her yer pırıl pırıl, güneş ışığı yağmuru. Doğa uyanıyor kıştan bahara. Ağaçlar çiçeklenmiş bağır bağır,
"Yaşamak ne güzel." diyor. Duymamanız mümkün mü?
Etraf renk paletinin her rengiyle boyanmış. Mavi deniz, gökyüzü, mor erguvanlar, kırmızının en güzeli çilekler.
İçimden bir ses haykırıyor
"Yaşamak ne güzel." Söylememek mümkün mü?
Aldığım nefese, içimden taşan sevgiye, sevdiklerime, sağlığıma, göğsümde çarpan yüreğe herşeye şükürler olsun.
Diyeceksiniz sabah sabah bir sevgi kelebeği edası nereden çıktı?
Yüzleriniz o kadar asık, o kadar endişeli ve hayatı yetiştirmeye çalışan bir haliniz var ki.
Kaçımız sabah yataktan kalkarken:
"Ne güzel bir güne daha uyandım, aldığım nefese şükürler olsun." diye yeni doğumumuza şarkılar söyleyerek uyanıyoruz?
Ve kaçımız yaşamın güzelliklerinin şimdide saklı olduğunun ayırdına varabiliyoruz?
Hepimiz bir hayat gailesi denilen gayya kuyusundan çıkmaya çalışıyoruz. Zaten etrafta, gazetelerde, seyrettiklerimizde bizi bu kuyudan aşağı iten onlarca olumsuzluklar.
Bütün bunların bir yanılsama olduğunu artık farkedin. Ne oluyorsa, ne yaşıyorsak ve hayatı nasıl algılıyorsak bunun sebebi kendi filtrelerimiz.
Tüm yaradılışın temeli sevgiyle örülüdür.
Korku, nefret, yargı....Hiçbiri insanın özünde kayıtlı değil. Bunlar sadece içimizde sakladığımız iyileştiremediğimiz enerjilerin özümüzün üstüne ördüğü ağlar.
Bu ağları yırttığınızda altta sadece dingin bir sevgi bulursunuz.
Ben sevgiyim, Sen sevgisin, Herşey sevgi.
Tüm deneyimler bütünün parçası. Yaşamlarımızı ne olarak yaşarsak, hangi yolu seçersek seçelim hepsi kendine göre doğrudur. Kendi bilincimiz içinde yarattığımız her dünya deneyimi kendi içinde doğrudur.
Hepimizin önünde sonsuz sayıda oyun olasılığı var. Hangi oyunu oynayıp oynamıyacağımız tamamen kendi sorumluluğumuzda. Bolluk, kısıtlılık, neşe, heyecan, netlik, karışıklık, huzur, endişe, kalabalıklar içinde olmak, yalnızlık.......Hepsi size bağlı. Hayatınızı tanımlamaya çalıştığınızda, bilin ki hayat aslında  bu değil. Tanımlama hayatın gerçeğini yansıtamaz. Hayat olduğu gibidir. Fakat biz kendi algılarımızı yansıtıp buna "Gerçek" diyoruz. Yaşamlarımızı kendi algılarımız belirliyor.
Yaşam kendi akışında, kendi dinginliğiyle akıyor.
O bir, herşey bir, hep öyleydi ve öyle olacak. Hiçbirşey sonsuzluğun mutlak gerçeğini değiştiremez.
Hepimiz bütünün parçasıyız.
Evrenin akışına, hayatın güzelliğine bakıp,
"Yaşamak ne güzel" diye şükretmemek mümkün mü?

"Herşeyin ne kadar mükemmel olduğunu anladığınızda, başınızı arkaya doğru atıp gökyüzüne doğru kahkahalar atacaksınız."

Buddha

Sevgiyle kalın

Erkan Sarıyıldız